Gurbette bir dost
Akşam serinliğinde dalgın ve yorgun bir vaziyette kaldırımları adımlayarak eve gidiyorum. Birden burnuma tanıdık bir koku çavdı. Bu onun kokusuydu. Gayr-i ihtiyari döndüm kokunun geldiği yere. Ap, ak çiçekten bir buket karşımda duruyordu. Bu o idi.
Belliki yeni gelmişti, bizim oraların kokusu, tozu ve toprağı halâ üzerindeydi.
Kendini beğenmiş şehirlilerin,sun’î güzeliklerini sergiledikleri bir yerde, mahcup ve doğal haliyle onlara bakıyordu.
Şehrin şımarık çocukların gözlerinde bakışlar. Onun ne işi vardı orda?
Doğruya bu şehirde hiç birşey doğal halini göstermiyordu artık. Aldatıcı bir güzelliğe kapılanlar, lezzetten,kokudan şikayet ediyordu. Evet, buralarda hormonsuz hiç birşey bulunmuyordu.
Buralardaki hayat tabiilikten ve fıtrattan çoktandır uzaklaştı, bu hal herşeyin genlerine kadar işledi. Zehir içiyor, zehir soluyor, zehir yiyor sanki herkes.
Tabiatı ve yaratılışı bozulmayan yok gibi. Bu arada doymak bilmeyen hırsının kurbanı oldu insanoğlu, adeta kendi eliyle sonunu hazırlıyor. Ve her gün yeni bir hastalığa dûçar oluyor.
İşte böyle bir ortamda doğal olmak, yerli kalmak nerdeyse yadırganıyordu. Bu nedenle metropolün ışıltılı ve büyüleyici atmosferindeki hiçbir şeyi beğenmeyen şımarık şehirlileri,ona iğreti bakıyorlardı. Aslında onsuz da yapamıyorlardı çünkü o girdiği, karıştığı herşeyi değiştiriyor, kendi kokusunu çalıyor, kendi lezzetini bulaştırıyor.
Zavallılar, ölümden başka gizli açık bir çok derdin çaresinin onda olduğundan habersizler..
O bütün bunlara hiç aldırmadan yerinde “taş gibi” duruyordu. Duruşunda çıktığı toprağın, beslendiği suyun,aldığı havanın farklılığı belliydi. Gerçekte de öyleydi. Kendi hem cinsleri arasında onun kadar uzun ömürlü olanı, onun kadar dayanıklısı yoktu. Onun gibisi şimdiye kadar çıkmamıştı. Belki minyön tipliydi, fazla iri değildi, onlar kadar gösterişli de değildi ama onlardan daha etkindi.
Namını duymuşlardı ama her zaman yakından görmek mümkün değildi. Şimdi onun mevsimiydi, Anadolunun saflığı ve duruluğu henüz üzerindeydi.
Yukarıdan aşağıya gelen örgüleri ayrı bir güzellik katmıştı ona, örgülerin altından görünen dolgun süt beyaz gövdesi ile bakanların iştahını kabartıyordu.
Çakıl taşı gibi dizili dişleri ne kadar sağlam ve sağlıklı olduğunu gösteriyordu. O haliyle kendisine bakanlara “bende hormon yok, zehir yok, genlerim sağlam” mesajını veriyordu.
İçinden çıktığı topraklar gibi,elinde büyüdüğü insanlar gibi,yapmacıktan, fanteziden uzaktı.
Olduğu gibi görünüyordu. Görünüşüyle,kokusuyla, tadıyla, toprağıyla tam bir Taşköprülüydü. İstanbul’a, Üsküdar’a memleketinin havasını, kokusunu getirmişti.
Beni yolumdan çevirmişti, şöyle bir bakıştık, bir hatıra fotoğrafından sonra onu şehrin ışıkları altında bıraktığımda "beyaz altın” gibi parlamaya devam ediyordu.
Artık daha bir genç, daha bir dinç ruhla eve doğru yürüyordum.
Ondaki gençlik iksiri etkisini göstermeye başlamıştı, eski günlere dönmüştüm, daha bir canlı yürümeye başlamıştım. Lise yıllarımda onun sayesinde ticareti öğrenmiş, emeği, sabrı tanımıştım. Onun sayesinde sevdayı, aşkı tanımıştım. Yaşlı anacığımla da çok iyi arkadaştılar. Anacığım yaz kış onun sayesinde kazandığı paralarla gurbette okuyan oğulcağızına katkı sağlamış ve evlenmesine yardımcı olmuştu.
Sıradan bir şey gibi etiketlemişti. Halbuki bizim orda fiyat ancak soranlara söylenir, ortalık yerde üzerine etiket saplanmazdı.
O “beyaz altın”dı bizim orda, ama buradaki etiketin üzerinde “Taşköprü Sarımsağı 11 TL” yazıyordu.
Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Eğitim Sistem yapılan yorumlardan sorumlu değildir.