Vistula Nehrinin iki yakasında geziyorum aylardır. O nehir ki kıyılarında vaktiyle Osmanlı süvarilerinin atlarını otlattıkları derin ve sessiz bir nehir.
“Türk askeri Vistüla’da atlarını sularsa Polonya bağımsızlığa kavuşur. ” demiş Ukraynalı kahin Wernyhora. Gerçektende 1918 de onun söylediği gibi Türkler, hem atlarını Vistüla nehrinde sulamış, hem de Polonya’nın yeniden bağımsızlığına kavuşmasında bu topraklarda, canlarını vererek şehit olmuşlardır.
Ne Sakarya'ya benziyor Vistüla, ne Kızılırmak'a. Onlar gibi çağıldamıyor.Akıyor mu, akmıyor mu belli değil.
Bu şehre ısınmak ve bu şehri sevmek için köşe bucak dolaşıyorum.Tarihi saraylarını, taş döşeli meydanlarını, kırmızı tuğladan yapılmış ihtişamlı kiliselerini inceliyor, gür ağaçlarla kaplı geniş park ve bahçelerinde yürüyorum.
Görkemli heykellerin süslediği sarayları,sanat merkezleri,geniş ve temiz caddeleri ile hem tarihî ve hem de çağdaş bir görüntüsü var Varşova'nın.
Belki memleketime benzer bir yer bulurum diye bakınıyorum. Rengini, kokusunu, havasını ve insanını tanımaya ve sevmeye çalışıyorum. Ama nafile, ne rengi, ne toprağı, ne havası, ne insanı hiç benzemiyor bizim oralardakilere..
Bazen bir söğüt dalına,bazen küçük bir sakaya rastlıyorum. Bizim kasabadan geçen Gökırmak'ın kıyısındaki söğütler ve o söğütlerin dallarındaki sakalar geliyor gözümün önune. Ama bu söğütler bizim oranın söğütlerine benzemiyor. Bizim illerdeki gibi nazlı nazlı salınmıyorlar, onlar gibi edalı durmuyorlar. Sakalar da bizim ordaki sakalar kadar nağmeli, işveli, şen şakrak değiller.
Ökse otları gözüme ilişiyor dalların arasından.Çocukluğumun geçtiğ mahallemizdeki yaşlı çördük agacını hatırlatıyorlar bana. Onun da dallarında ökse otları vardı. Ama bu ağaçlar da o çördük kadar ulu ve gösterişli gelmiyorlar bana.
Topragi da öyle, insanı da öyle buraların. Toprakları siyah mı siyah. Üzerine düşeni çürütüyor, mezar gibi yutuyor.
İnsanları dışarıdan bakınca güzel görünüyorlar.Saçları sarı, gözleri yesil, uzun ve beyaz insanlar. Fakat ölgün ve solgun duruşları ile duygu ve histen çok uzak gibiler. Ne sevincleri belli oluyor ne hüzünleri.
Hareketlerinde ne bir heyecan, ne bir telaş var. Acelesi yok hiç kimsenin. İşlerinde de çok yavaşlar. Bizim orda bir günlük iş burada bir haftadan önce bitmiyor.
Nerdeyse hepsinin yanında bir köpek..Gece bile onunla birlikteler. Çocuk gibi gezdirip,çocuk gibi avutuyorlar köpeklerini. O köpekler de hasret kalmış konuşmaya. Yanlarından bir başka köpek geçse hemen koklaşıp oynaşmak istiyorlar ama sahipleri izin vermiyor.
Çocukları da öyle. Sus pus olmuşlar. Ne okula gidişleri ne de okuldan dönüşleri belli değil. Onlar da sessiz. Bizim ordaki gibi itişip kakışmıyorlar, bağırıp çağırışmıyorlar. Neşeden, heyecandan haberleri yok gibi.
Arada bir de martılara rastlıyorum parklarda ama onlar da sessiz. Boğazın çığlık çığlığa uçan martılarına hiç benzemiyorlar.
Tren geçiyor evimizin hemen yanından, o bile kendini belli etmiyor. Ne bir motor sesi var ne de bir düdük sesi.
Memlekette duyduğum ve çoğu zaman da rahatsız olduğum o seslerin hiç biri yok burada.Ve sanki yavaş akan bir hayat var burada. Belki de çoğu insanın aradığı budur.
Ama insan onları da özlüyormuş gurbete çıkınca. Bizim oranın sesi nedir deseler, türküdür, agittir derim. Kokusu yağmurdur, şakayıktır, kekiktir.. Rengi nedir deseler, buğday rengi derim.
Toprağı ne karadır, ne sarı.Buğday rengidir.
Bana göre buğday rengi şefkatin,merhametin, sevginin ve aşkın rengidir.
İnsanları mi? Ne karadır, ne beyaz, ne de sarı..Onlar da buğday tenlidir. Sesleri mi? Dağlardaki yankıdır, dalgalardaki kükremedir, ırmaklardaki çağıltıdır derim.
Sokak düğünlerinin neşesi, asker uğurlamanın gururu.. maça gidenlerin heyecanlı marşları... dolmuşlardan duyulan türküler.. modifiyeli otomobillerin lastik sesleri geliyor uzaklardan kulağıma bazen.
Bazen güneş doğarken penceremden dışarıyı seyrediyorum. Bahçe duvarlarının üzerine çıkmış biri biriyle yarış yapan horozların ötüşünü duyar gibi oluyorum.
Akşam üzeri yine penceremden bakıyorum. Bu kezde çığlık çığlığa kapımızın önünde oynayan çocukların seslerini duyar gibi oluyorum.
Burada gündüzler oldukça kısa, saat 3,5 oldu mu akşam siyah örtüsünü çekiyor şehrin üzerine.. Her yer derin bir sessizliğe gömülüyor.. Hele o geceler...Up uzun ve sessiz geceler.
Geceleri de penceredeyim. Sokak lambaları ve evlerin balkonlarından sarkan ışıldakların arasından dalıp gidiyorum memlekete.Hani o uzaklardan duyulan köpek havlamaları olurdu ya, o sesleri duymak istiyorum. Ama onlar bile duyulmuyor..Ve her yeri o ses kaplıyor; o da gurbetin,hüznün ve sessizliğin sesi.