Put ve putçuluk düşüncesini yere çalan Hazreti İbrahim gibi bir peygamberin, ihlas ve samimiyetle tesis ettiği Kâbe, Mekkelilerin elinde oyuncak haline gelmiş, Âlemlerin Rabbi’ne kulluğu unutan insanlar, sanal ve sahte ilâhlara neredeyse kurban olma yarışına girmişlerdi.
Topyekûn insanlık bir çıkmaz içerisinde alev alev yanan bir cehenneme doğru sürükleniyordu. Sadâkat ve emanet anlamını yitirmiş, yalan ve hıyanet rağbet görür olmuştu. Hak ve adâlet ise hepten kayıptı. Bu durum Efendiler Efendisi’nin gönül dünyasını sıktıkça sıkıyordu. Allah Resûlü, o havadan uzaklaşmaya çalışıyor, bir yandan her adımı O’nu buradan uzaklaştırırken diğer taraftan gönlünü orada bırakıyor ve bir türlü de Kâbe’den kopamıyordu.
TEFEKKÜRE DALIYORDU
Ayrılıp uzaklaştığında da yine Kâbe’yi seyredebileceği bir mekânı tercih ediyordu. Bu mekân, Nûr adıyla bilinen dağın zirvesinde, Kâbe’yi kuş bakışı süzen Hira mağarasıydı. İşte Efendiler Efendisi, Kâbe’den uzaklaştığı demlerde Kâbe’ye yaklaşık 5 km uzaklıktaki Nûr Dağı’na kadar geliyor ve dağın zirvesinden 20 metre aşağıda yer alan Hirâ mağarasına kadar tırmanıyor; günlerce burada yalnız kalıp zamanını kullukla kıymetlendiriyor ve tefekküre dalıyordu.
Azık olarak yanına çok az miktarda süt, kurutulmuş et veya zeytinyağı ile kuru ekmek alıyor, bunlar tükenince evinden yenisini tedarik edip tekrar buraya dönüyordu. Hira’dan her inişinde de evine gitmeden önce ilk olarak uzak kaldığı Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ediyordu.
HADİCE ANNEMİZ ZİYARETE GELİYOR
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hira’ya gitmek için her ayrılışı Hazreti Hadice validemiz için bir hüzün ifade ediyordu. Belli ki Allah Resûlü, Hira’da ayrı bir huzur solukluyordu; ama beri tarafta, Hazreti Hadice’nin yüreği ağzına geliyor; Efendisi’nin başına bir şeylerin gelmesinden endişe duyuyordu.
Hadice validemiz, bazen hasretine dayanamadığı ve merak ettiği Efendiler Efendisi’ni ziyaret için yollara düşüyor; kilometrelerce yürüyüp kendi elleriyle O’na azık taşıyor, bazen de Hira’nın sırlı atmosferini Efendisi’yle birlikte solukluyordu. Zaman zaman da yolları, bugün İcâbe Mescidi olarak anılan yerde birleşiyor ve buluştukları bu mekânı mesken tutarak geceliyorlardı. Daha sonra da Efendimiz, yeniden ayrılarak mağaraya çıkıyor, Hadice validemiz de evinin yolunu tutuyordu.
VAHİYLE ŞEREFLENİYOR
Ve derken bir gün… Takvimlerin milâdî 610’u gösterdiği bir pazartesi günü… Ramazan’ın on yedisi… Sabaha karşı… Nûr Dağı’nda nûrlar buluşmuş, sema ile yer arasında kopmaz bir bağ kurulmuştu. Vahiy meleği Cibrîl-i Emîn gelmiş ve rahmet peygamberi Muhammedü’l-Emîn’e risalet vazifesini açıktan tebliğ edecekti. İki emniyet, Nûr Dağı’nda Hira Sultanlığı’nda birbirine kavuşmuştu ve böylelikle insanlığa yeni bir emanet geliyordu. Artık Nûr’un, Nûr’u karşılama mevsimi gelmiş; yeryüzünde nurlu bir süreç başlıyordu.
İşte Cebel-i Nûr ve zirvesindeki Kâbe’ye nâzır Hirâ Sultanlığı, aylarca âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağrında misafir etmiş; O’na Peygamberlik vazifesinin verilişine, Nübüvvet nurunun ortaya çıkışına ve ilk vahyin nüzûlüne şahit olmuştur.