Efsane, Türk Dil Kurumuna göre üç farklı anlatımla açıklanmaktadır.
1. Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî hikâye, söylence.
2. Gerçeğe dayanmayan, asılsız söz, hikâye vb: "Hamdi'nin hayatına dair uydurulmuş efsanelerden birisi de onun müthiş bir aşk yüzünden bu hâle geldiğidir." - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
3. Olağanüstü bir başarı elde etmiş kimse, kurum vb.
Aynalı Mağara Efsanesi
Amasya diyarında Güzelce adında bir kral kızı varmış. Güzelce’nin dillere destan bir güzelliği varmış. Kimse uzun süre onun yüzüne bakamaz gördüklerinde yıldırım çarpmış gibi kendilerinden geçermiş. İşte bu yüzden hep peçeli gezermiş. Gel zaman git zaman kral kızının evlenme zamanın geldiğini düşünmüş. Bunun için diyarlara haber göndermiş.
Bu çağrıya yedi iklim, dört bucaktan şehzadeler, vezir çocukları, dünya zenginleri, yiğitler, bilginler Amasya’ya gelmiş.
Amasya meydanına kurulan özel bölümde birbirinden yiğit gençler Güzelce kızı beklemekteydi. Kendine güvenen delikanlılar Güzelce’nin yanına bile yaklaşmaya tereddüt eder. Yanına yaklaşabilen ise eli titrer Güzelce’nin peçesini kaldırıp bakamaz bile. Delikanlılar gelip gitmeye devam eder günlerce ama hiçbiri kralın isteğini gerçekleştiremez.
Bir gün fakir ama yiğit bir delikanlı Güzelce kızın yüzüne bakmaya talip olur. Kraldan destur alıp güzelce kızın yanına yanaşır. Herkesin şaşkın bakışları arasında Güzelce kızın peçesini kaldırır. O an öyle bir elektriklenme olur ki etrafı bir ataş sarar. Derin bir sessizlik sonrasında iki genç yanmış, yan yana uzanırken görülür.
İki gencin bedeni şehre yakın kaya mezarlığında iki ayrı odaya defnedilir. Bu kaya mezarlığının dışı güneşle birlikte Güzelce kızın yüzü gibi parlamaya başlar. Bundan sonra kaya mezarlığının adı “Aynalı Mağara” olarak anılmaya başlanır.
Sarıkız Efsanesi
Sarıkız, Çanakkale iline bağlı Ayvacığın bir köyünde ailesi ile yaşarken,küçük yaşta annesi vefat eder. Babası sarıkıza “biliyorsun anneni çok severdim, burada çok hatırası var, anneni unutmam zor oluyor. Buradan göçelim" der ve Kazdağlarının eteğindeki Güre köyünün yakınlarındaki Kavurmacılar köyüne gelerek yerleşirler. Burada çobanlık yaparak geçimlerini temin ederler. Köyde çok sevilirler. Köyün yaşlıları, gençleri sarıkızın babasına akıl danışırlar. Köylüler onun ermiş olduğunu düşünürler. Aradan yıllar geçer Sarıkız büyür güzel bir kız olur. Babası da yaşlanır. Aklında hep hacca gitme fikri vardır. Hacca gidebilmek için namazında niyazında sürekli Allah’a yalvarır. Sarıkız babasının bu isteğini yerine getirmesi için onu teşvik eder. Babasına artık büyüdüğünü kendisine bakabileceğini, daha fazla yaşlanmadan hacca gitmesi gerektiğini söyler. Babası kızını komşusuna emanet eder, hacca gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi değil, belki altı ay, belki de daha fazla, yaya gidiliyor.
Babası hacca gittikten sonra, köyün delikanlıları, Sarıkıza talip olurlar. Sarıkız hiçbirine yüz vermez. Onlarda dedikodu yayarak Sarıkıza iftira ederler.
Baba hacdan dönünce kimse yüzüne bakmaz, selamını almazlar. Sarıkızı teslim ettiği komşusuna bunun sebebini sorduğunda, Sarıkızın kötü yola düştüğünü söyler. Baba günlerce düşünür. Adet olan hac hayrını da yapamaz. Köyde yaşayabilmesi için namusunu temizlemesi gerekmektedir. Fakat çok sevdiği kızını öldürmeye kıyamaz. Yanına aldığı birkaç kazla, kızını, kazdağının zirvesine götürüp oraya bırakır. Orada yabani hayvanlara yem olacağını düşünür.
Aradan yıllar geçer. Bayramiç tarafından gelen yolcuların dağda yollarını kaybettiklerinde, darda kaldıklarında kendilerine sarı bir kızın yol gösterdiğini, yardım ettiğini söylerler. Kazlarının olduğunu, hatta bunların bir gün Bayramiç ovasına inerek çiftçilerin mahsülüne zarar verdiğini, köylülerin bu durumu sarıkıza söylemeleri üzerine, Sarıkızın eteğine doldurduğu taşları saçarak, bir avlu oluşturduğunu, kazlarında artık aşağılara inmediğini söylerler. Kaz avlusu diye anılan bu alanın duvar kalıntıları günümüzde bile gözükmektedir.
Bu hikayeleri dinleyen baba, bunun Sarıkız olabileceğini düşünür. Dağın yolunu tutar, zirveye vardığında, duvarlarla çevrili kazların bulunduğu bir alanla karşılaşır. Kızını bugün sarıkız tepe diye anılan yerde bulur. Sarıkız, babasını gördüğüne sevinir. Ona saygı gösterir, hürmet eder. Babası namaz kılmak için abdest almak ister. Sarıkız, abdest alması için babasının eline su döker. Babası suyun tuzlu olduğunu söyler. Sarıkız aceleden yanlışlıkla denizden aldığını söyler ve testisini vadilere doğru uzatır. Yeni doldurduğu suyu babasının eline döker. Babası buz gibi tatlı suyu tadınca kızının erdiğini anlar. O sırada siyah kara bir bulut gökyüzünü kaplar, Sarıkız kaybolur. Babası kızının erdiğine, sırrının açığa çıkması nedeniyle de kaybolduğuna kanaat getirir. Kızına iftira edildiğini anlar ve köylülere beddua eder. Bugün Kavurmacılar köyünde yaşayan kimse kalmamış, muhtar, köy mührünü, yaşayan kimse kalmadığı için Kaymakamlığa teslim etmiş ve köyün adı kütükten silinmiştir. Sarıkızın babası üzüntü ile tepelerde dolaşırken bugün Baba tepe denilen yerde ölür. Yöre halkı Sarıkıza ve babasına dağın yassı taşlarını üst üste koyarak mezar yaparlar. Sarıkızın mezarının olduğu tepeye Sarıkız tepe, Babasının bulunduğu tepeye Baba tepe derler. Yöre halkı her yıl ağustos ayında Sarıkızı ve babasını anmak için buralara çıkarlar.
Bitlis'te Beş Minare Efsanesi
Rus İşgali sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis’ten kaçan bir baba oğul, Bitlis’e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir: ''Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış'' bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır.
Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.
Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.
Bitlis birinci dünya savaşından önce nüfusu 30000´dır. Lakin savaş çıkınca halk göç eder ve nüfus 3000´e düşer.
Diğer Rivayet:
Bitlis Rus işgalinden çıktıktan sonra Bitlis ordularının basında olan kişi olan komutan şerif bey, savaş sonrası Bitlis’i görmek için Bitlis'e yüksekten bakan bir tepe olan ve şuan "şerif bey tepesi" olarak adlandırılan tepeye çıkıp Bitlis'e bakar ve görür ki Bitlis yıkık dökük her taraf yerle bir olmuş sadece tapanın etrafında ayakta kalan 5 minare durur... Ve orada oturup türküyü söyler.
Bu ağıt zamanla türkü olarak günümüze kadar gelir.
Akdamar Efsanesi - Van
Gevaş İlçesi yakınlarında Van Gölü'nde kıyıya 5 kilometre uzaklıkta bir ada vardır. Bu adaya Aktamar ya da Akdamar denir. Bugün kimsenin oturmadığı bu adada Van Gölü'nün martıları yaşar. Adanın bir özelliği de badem ağaçlarıdır. Ama asıl özelliğini ünlü Akdamar Kilisesinden alır.
Kilise, rivayete göre, MS 815 yılında yapılmaya başlanmış, yapım işi yüz yıldan fazla sürmüştür. Kilise Ermeni tapınağıdır. İçinde kutsal kitaplardaki hikâyelerden alınmış konuları işleyen kabartmalar vardır; Âdem ile Hava’nın cennetten kovuluşu, Yunus Peygamber’in balık karnına düşüşü gibi…Adaya bu ismin verilişini tarihler yazmıyor. Tarihlerin yazmadığını efsaneler dile getirmiş.
Efsaneye göre; o zamanlar adaya kimse ayak basmazmış. Keşişler bırakmazmış Çünkü ada keşişlere verilmiş. Oraya ancak keşiş olmak isteyenleri alırlarmış. Ve de ayrılıp gidenler de keşiş olur, öyle giderlermiş. Kilisenin baş keşişinin Tamara isimli güzel bir kızı varmış. Bütün keşiş kızları onu kıskanırmış.
Adanın karşı kıyısındaki Gevaş'ta yalnız başına yaşayan bir delikanlı varmış Yiğitliği söylenir dururmuş o yörede. Delikanlı gündüzleri gölde avladığı balıkları yer, gölde saatlerce yüzermiş. Yüzücülükte üstüne yokmuş.Günün birinde yüzerken bir bakmış ki adaya üç kulaç kalmış. Buraya kadar gelmişken hele bir çıkayım adaya demiş. Badem ağaçları arasında saklanarak ne var ne yok diye görmek isterken bir de bakmış ki ne görsün? Az ötesinde çiçek açmış bademlerden çiçek koparıp başına takınan, bir yandan da usuldan inceden bir şarkı mırıldanan bir kız... Delikanlının aklı başından gitmiş. Kız delikanlıyı görünce önce kaçmaya yeltenmiş. Ama sonra delikanlının güzelliğine kapılıp öyle kalmış. Delikanlı kıza yaklaşıp: "Kimsin, nesin?" deyince kız kendine gelmiş ve "Hele sen söyle. Sen kimsin, nesin? Buraya nasıl ayak bastın? Bir gören olursa yanarım gençliğine" demiş.
Delikanlı o vakit anlatmış olanı biteni. Kız da: "Ben de baş keşişin kızıyım. Adım Tamara. Sıkıldıkça bu kıyıya iner, göle girerim." demiş. Böylece Tamara ile delikanlı arasında bir muhabbettir başlamış. Ayrılırken ara sıra o kayalığa gelip arkadaşlık etmek için birbirlerine söz vermişler. Sözlerinde de durmuşlar. Gizli saklı buluşmalar başlamış. Aralarında bir sevgi bağı kurulmuş, âşık olmuşlar birbirlerine.
İş büyüyünce kızı bir korku almış. "Ya keşiş babam görürse." diye. Delikanlı: "Haklısın, bundan sonra gündüzleri değil geceleri buluşalım. Sen akşam olunca bir mum alırsın, kayalığa gelirsin. Ben karşıdan mumun ışığını görünce yüzer gelirim" demiş. Bir süre de böyle geçmiş. Tamara akşam bastı mı kayalığa gelip mumu yakıyor, bir zaman sonra gölün sularını kulaçlarıyla yara yara sevgilisi geliyormuş. Bu böyle sürüp gitmiş.
Günlerden bir gün Tamara'yı kıskanan keşiş kızlarından biri işin nereye vardığını görmüş, gidip baş keşişe durumu anlatmış. Baş keşiş bunu duyunca beyninden vurulmuşa dönmüş. Kıza: "Bunu benden başka kimseye söylersen seni adadan sürerim, yok dilini tutarsan yakında seni rahibe yaparım. Hadi bu gece beni oraya götür, gözlerimle göreyim." demiş. O gece keşiş iki sevgilinin buluşmalarını gözleriyle görmüş, Düşünmeye başlamış: "Bu işi kimse duymadan nasıl halledeyim" diye.
Ertesi gün ikindi vakti bir fırtına kopmuş. Baş keşiş: "Olursa bu gece olur, olmazsa yandık. Şerefimiz iki paralık olur, dillere düşeriz." diye düşünüp karar vermiş. Bu gece kayalıkta mumu kendi yakacak, ışığı gören delikanlının sevgisi derinse fırtına mırtına dinlemez, kendini atar göle.
Tamara fırtınanın çıktığını görünce o gece kayalığa gitmemiş. Bu, keşişin işini daha da kolaylaştırmış. Fırtına kıyıları döverken delikanlı bakmış ki karşıda Tamara'nın ışığı kendisini çağırmakta, durur mu? Atmış gölün dalgalarına kendini, başlamış kulaç atmaya. Dalgalar onu her kaldırışta ışığı görüyor, güç alıyormuş. Böyle yüze yüze saatler aradan geçmiş. Delikanlı bir türlü kayalığa ulaşamamış. Delikanlı kayalığa yaklaştığı bir sırada gücü iyice kesilmiş, kolunu kaldıracak hali kalmamış. Tam o sırada fırtına birden bire olanca gücüyle kabartmış gölün sularını ve kocaman dalgalar, çekmiş kucağına bu delikanlıyı. Delikanlı, son bir soluk toplamış ve: "Ah Tamara!" diye bağırmış. Sesi dalgaların, fırtınanın sesine karışmış önce, ama sonra her bir yandan duyulmuş açık seçik. "Ah Tamara! Ah Tamara!" diye delikanlı gölün azgın dalgaları arasında kaybolup gitmiş.
Bu sesi duyan Tamara koşup kayalığa gelmiş. Durumu anlayınca kendisini gölün dalgaları arasına atmış. İki sevgili hala gölün dalgaları arasında oynaşıp dururmuş. İşte bu adanın adı, delikanlının "Ah Tarnara!" diye bağırmasından çıkmış. Gün gelmiş, söylene söylene Akdamar olmuş; ona Aktamar diyenler de çıkar.