Türk Dil Kurumu sözlüğünde ‘medya’, “iletişim ortamı” olarak tarif edilirken genel çoğunlukla şöyle tanımı yapılmaktadır: Bilgi veya verileri depolamak ve iletmek için kullanılan kitle iletişim araçları. Basılı medya, yayıncılık, haber medyası, fotoğrafçılık, sinema, radyo ve televizyon yayıncılığı, dijital medya ve reklamcılık gibi kitle iletişim araçlarını, iletişim endüstrisinin bileşenlerini ifade eder. "Gazete, radyo veya televizyon gibi toplumdaki genel iletişim, bilgi veya eğlence araçlarından veya kanallarından biri" olarak tanımlanır.
Bu alan önceleri genel isimlendirmeyle sanat edebiyat olarak ifade edilirken daha çok edebiyat ağırlıklıydı. Öncelikle şiir, hikaye, roman ve tiyatro. Teknolojiyle birlikte gelen sinema bir sanat alanıydı; ayrıca resim, basım yayın olarak dergi ve gazete.
Bunlardan roman, hikaye, dergi, gazete ve tiyatro bize batı kaynaklı olarak gelmiştir. Tiyatroya bizdeki ortaoyunu benzerliğinden pekte yabancı değildik; ancak sinema bizim için çok yeni ve tamamen batı kaynaklıydı. Elbette bir çeşit türevi olan televizyon da.
Batı dünyası bilim, teknoloji, kültür, sanat, edebiyat üstünlüğünü; tüm bunları ortaçağ kilise zihniyetine karşın kazandı. Bu yeni batı dünyasının temelinde hıristiyanlık bakış açısı olmakla birlikte kiliseye de bir karşıtlık vardır. Batı münevverlerinin çoğunda bu gözlemlenir.
Bu batıyla temas etmiş Osmanlı aydınları doğal olarak batıdan etkilenerek İslam dinini de kendilerine karşıt görmüşlerdir. Münevver dünyada batılılaşma serüvenimiz bu şekilde başlamış ve hala benzer şekilde devam etmektedir.
Medya kavramı içerisinde sinema ve televizyona odaklandığımızda sanatçı, edebiyatçı, aydın ve münevverlerimizde bahsettiğimiz bakış açısı hakimdir. Bugün bu yaklaşım sanat edebiyatta hatta medyada etkin olarak devam etmektedir.
Türk sinemasında dindarlar, hocalar, imamlar (din adamları demiyorum zira İslam’da böyle bir zümre yok) hep olumsuz karakterler olarak verilmişlerdir.
Başlangıçtan itibaren Türk sinema eserlerinde dindarlar hep olumsuz tiplemeler olarak perdeye yansıtılmıştır. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle ‘ham yobaz kaba softa’dır dindar tiplemeler; çağın gereklerinden uzak, geri kafalılardır. Bencil ve menfaatperesttirler. Yer yer dalga geçilir eğlence konusu yapılırlar. Örneğin Vizontele’de kekeme imam karakteri.
Kış uykusunda öyle bir imam karakteri vardır ki bizce Türk sinemasının en ağır dindar tiplemesidir. Halk deyişiyle ifade etmek gerekirse yoksulluktan ağzı kokar; bilgisiz, beceriksiz, pis pasaklı, aciz, çaresiz bir imam görürüz karşımızda.
Bu arada merhum Yücel Çakmaklı’nın başlattığı milli sinema yaklaşımıyla olumlu dindar tiplememler çizilir; dine ve dini ve milli değerlere yaklaşım gerçekçidir. Mesut Uçakan’la devam eden bu yaklaşım güçlü bir şekilde devam etmez. Önemli gişe başarıları elde eden Minyeli Abdullah, Yalnız Değilsiniz gibi eserlerin benzer devamları gelmez.
İkibinlerden itibaren biraz daha itidalli dindar tipler yansır ekrana; ama yine hep bir geriye bırakılmış bir yaklaşım vardır. Dindar insan merkezli ‘takva’, ‘the imam’ gibi ürünlerde verilir.
28 Şubat sürecinde kamusal alan dışında bile başörtüsünün tartışıldığı dindarlara korkunç baskılar sonrası uzun bir süre dindarlığın görsel göstergesi olan başörtüsü veya türbanı medyada göremeyiz.
Bugün gelinen noktada medyanın her işlevinde dindarlığı sembolize eden başörtüsü sıkça görülürken adeta ani bir faaliyetle dindar insanların yaşamlarını konu edinen tv dizileri yayınlanır oldu. Kızılcık şerbeti, ömer, özellikle kızıl goncalar herkesin malumu diziler. Takva filmi bu dizilerin bir anlamda nüvesiydi. Bu dizileri onun daha sosyal tabanlı açılımı olarak düşünüyorum.
Burada sezon sezon yayınlanan tarihi dizileri günümüz dindarlığı açısından konumuza dahil etmiyoruz. Zira tarihi panoraması içinde başörtüsü geçmişin gereğiydi. Şu var ki medyada başörtüsü bu dizilerle görünür oldu.
Başörtüsünün boy boy sergilendiği, bazı dindar insanların giyim şekillerinin sahnelendiği, günümüz sosyal hayatında dindarların anlatıldığı, bu aşamaya nasıl gelindi? Bazı yaklaşımlar, dindarların artık toplumda belli bir etkenlik ve çoğunluğu sağladığına bağlıyor bu gelişimi .
Oysa toplumda dindar insanlar 12 Eylül sürecinden itibaren belirli bir etkende ve küçümsenmeyecek çoğunluktaydılar.
Şunu da hatırlatalım; bu yapımların üreticileri yukarda bahsettiğimiz genel yaklaşım içerisinden gelmektedirler. Özellikle bunu hatırlattıktan sonra asıl soru şu: Hala sokakta başörtüsü görmeye tahammül edemeyen anlayışların bulunduğu, bir dönem kamusal alan dışında bile başörtüsünün ciddi anlamda tartışıldığı, uzun bir süre medyada başörtüsünü andırır yanılsamaların bile görünmediği süreçte, bu dizilerde boy boy başörtülerin, bir kısım dindar giyimlerin sergilendiği aşamaya, dindarların toplumda daha etken ve çoğunluk hale gelmelerine mi borçluyuz ?