1982 yılında YÖK Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle ülkemiz üniversitelerinde pedagoji bölümleri kapatıldı.
Bana sorsalar, ‘Ülkemiz eğitim sistemine vurulan en büyük darbe nedir?’ diye, tereddüt etmeden ‘Pedagoji bölümlerinin kaldırılmasıdır’ derdim.
Çocuklar için bunca yapılacak işi olan bir ülkenin, pedagoji bölümlerini üniversitelerden kaldırması, Silikon Vadisi’nde bilgisayar kullanımını yasaklamak gibidir. Çocuk eğitiminde ortada kalıverirsiniz.
Zaten bir ülkedeki pedagojik yetersizliğin faturasını anne babalar öder de bu faturanın nereden kaynaklandığını bilemez...
Örneğin, pedagoji yoksa, ‘Transkültürel Pedagoji’ de yoktur... ‘Transkültürel Pedagoji’nin yokluğu ‘kuşak çatışmasına’ ve ‘toplumsal tükenmişliğe’ yol açar...
Zira kendisi ‘dünkü’ kültürel atmosferde yetişmiş bir babanın, çocuğunu, ‘bugüne’ göre nasıl yetiştireceğinin cevabı transkültürel pedagojide vardır. Bundan yoksun bir baba, çocuğunu kendi yaşadığı dönemdeki gibi yetiştirmek için delice çabalar durur. Ya çocuğunu ezer, kırar, döker; ezdiği çocuğunu kendine benzettiği için iyi bir şey yaptığını zannederek övünür... Ya da ezemediği çocuğu ile sürekli çatışır, hem kendisine hem de çocuğa dünyayı dar eder... Ülkemizdeki ebeveyn-çocuk çatışmasının en temel nedenlerinden biri kültürel çatışmadır. Bu, transkültürel pedagojinin yokluğundandır.
Ya da Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Süryani, Laz, Çerkez, Ermeni gibi zengin kültürel dokusu olan bir ülkede transkültürel pedagoji yoksa, ‘kültürel uzlaşı’ yerine, tek bir kültüre ait ‘kültürel fedakârlık beklentisi’ oluşur; ki böylesi bir fedakârlık beklentisi bir süre sonra o kültürün sosyal tükenmişliğinin sebebidir ve toplumsal çatışma kaçınılmaz olur. İşte ülkemizin hâli...
Bununla birlikte pedagojinin yokluğu demek, ‘medya pedagojisi’nin de yokluğu anlamına gelir ki bu, o ülkenin çocuklarına tek kelime ile ‘yazık etmek’ demektir...
Hatırlarsınız, yakın zamanda Suriyeli bir çocuğun suya vuran cesedi yansıdı gazetelere... Bu resmin veriliş şeklinin birçok çocukta yıllar sonra pnigophobia (boğulma fobisi) veya başka kaygılara yol açabileceği ihtimali yeterince tartışılmadı ülkemizde... Ülkemiz medyası, toplumsal duyarlılığı oluşturmak için acıyı, trajik hâlde sunmayı bir marifet zannederken, medya pedagogları onları bilimsel gerçeklerden haberdar edemedi maalesef...
Yine kısa bir süre önce Ankara’da yaşanan terör olayının ardından gazetelere parçalanmış insan cesetlerinin resimleri konuldu, televizyonlar yaşanan trajediyi izleyicisine aktarabilmek için, ambulans çığlıklarını ve dehşet içindeki görgü tanıklarının heyecan yüklü seslerini yansıttı haberlerine... Çocuklar yokmuşçasına böylesi kuralsız verilen haberler, kim bilir o haberi izleyen hangi evdeki hangi çocukta geleceğe dair hangi duygusal problemleri tetikledi, bilemiyoruz...
Benzer bir travmayı geçen hafta Fransa yaşadı...
Fransa, medya pedagojisinde çok da yeterli bir ülke olmamasına rağmen, bu olayı ne nefes nefese aktaran spiker aracılığı ile duyurdu izleyicilerine ne de gazetelere yansıttığı parçalanmış insan cesedinden medet umdu toplumsal duyarlılığı oluşturmak için...
Peki, ne yapmalı?
Mademki medyamız bu konuda (maalesef) geçer not alamıyor, o hâlde iş anne babalara düşüyor...
Anne babalar, ergenlik sonuna kadar olan çocuklarını, ambulans çığlığı ile oluşturulan haberlerden, nefes nefese koşturan muhabirin heyecan dolu sesinden, görüntünün acınırlığı ile yapılmış haberlerden korumalıdır... Yoksa bunun faturasının er ya da geç çocuklarda ya bir fobi ya da bir ‘duygu durum bozukluğu’ olarak geri döneceği bilinmelidir.