(Biraz uzun oldu.Kıyamadım kısaltmaya.Umarım sıkılmadan okursunuz)
Belediye işçisi Yusuf Dayı. Ahşap bir evde oturur.
Her sabah namazdan sonra sobadan aldığı közle üşenmeden semaverini yakar. Semaver çayının tiryakisidir. Fokurdayan semaverin yanında radyosu da sürekli açıktır. Ajansları kaçırmaz.
Arkasından türküler.Halk müziğini çok sever.Türküler daha başkadır.Her türkünün bir hatırası vardır. Sesinden tanır sanatçıları.
Sigarası da eksik olmaz.
Hele efkarlı bir türkü de çıkarsa. Sora sora çeker sigarayı.Burnundan duman çıkar,gözünden yaşlar damlar.
Yine parmaklarının arasında sigarayı yuvaladı.Uçlarından taşan tütünleri çekti ,attı.
Muhtar çakmağını çaktı. Sigarasını yaktı.
Türk halk müziği korosu bu sabah sevdiği türküleri sırayla okumaktadır.”Mektebin Bacaları”,”Yeşil ördek gibi daldım göllere”
Karısı aynı şeyi mırıldandı:
—Sigaradan olacak bunun sonu.Hem içiyor hem ağlıyor.
Sigara paketlerini mutlaka açar, sobanın tablasına serip kuruturdu.Ondan sonra içer.Sigaranın yaşı kurusu olur mu demeyin.Olurmuş.Eğer sigara çok öksürtüyorsa yaş demekmiş.
En kötü,en efkarlı,en dar zamanında hep yanında olmuş sigarası.Zaten başka bir alışkanlığı da yok.Sigara,çay ve türküler.
Üçününde tiryakisidir.
Bir de at sevgisi.
Kızıl renkli kısrağı var.Evin altındaki damda.
Belediyeye ait.Ona zimmetlenmiş.Evladı gibi sever,gözü gibi bakar ona.Eskiden beri atlara aşıktır.Onu tarif ederken bilmeyen, bir kadından bahsediyor zanneder.
Son tımar.
Vakit gelmişti.Bardağındaki çayın sonunu aldı.
Kapının arkasındaki çivilere astığı iş elbiselerine uzandı.İçinden okuyarak giyindi.Radyosunu kapatırken “ağlama yar ağlama” diyordu koro.
Merdivenlerin basamaklarındaki gıcırtı sesleriyle avluya indi.
Damdaki kısrak sesinden onun geldiğini bildi.
Biraz gecikirse tepinmeye ve kişnemeye başlardı.
Bu sebeple fazla bekletmeye gelmez,dakik bir kısrak.
Damın kapısını açtığında, karanlığın içinden at pisliği kokusu ile karışık hamam gibi buhar yüzüne hücum etti.Alışkın olmayan için kötü gelebilir.O zamanlar mahalledeki çoğu evin altında dam vardır.Kimisi inek besler kimisi at.Mesela Bayram amcalar eşek beslerdi.İnatçı mı inatçı bi şeydi.Her seferinde kendi ekseni etrafında bir kaç tur atmadan yola girmezdi.
Her sabah aynı saatlerde avluya çıkarır.Ahşap evi başında taşıyan kalın ve uzun ağaç direklerden ortadakine yularını bağlardı.
Önce bir kova su,sonra arpa ve saman karışımı torba.Sabah yemeği bu kadar basit.
At yemlene dursun.
Arka bahçedeki tavuk kümesinden ha bire kırmızı horuz ötüp duruyor.Belli ki o da artık sıkılmış.Dışarı çıkmak ve haremindeki rengarenk tavuklarla eşelemek istiyor bahçeyi.
Bir ara kümesin kapısını açmak için bahçeye çıktı.Onları salıverdi.
Geri döndü.Avludaki ağaç direklerden birinde asılı duran kaşağısını ve fırçasını eline aldı.Kısrağı tımara başladı.
Hafif eğimli boynundan omuzlara.Sırtına ve kalçalarına kadar her yerinde gezdirdi kaşağısını.
Kalın boynundan sarkan siyah uzun yelelerini parmaklarıyla açıp düzeltti. Kaşağının dişleri vücudunda gezinirken, çıkan tıkırtı sesinden haz duyardı kısrağı.
Her sabah üşenmeden özene bezene bakımını, tımarını yapıyordu.Ama o sabah içinde başka bir duygu vardı.Daha bir şefkatli,daha bir merhametliydi.
Sanki bir annenin son kez çocuğunu okula hazırlayıp bir daha görüşemeyecekmiş hissi vardı içinde.
İlk karşılaştığı gün gözünün önüne geldi.Bakımsız,çelimsiz zekat keçisi gibi bir şeydi.Vücuduna hiç kaşağı değmemişti.Tüylerin uzun olmasından belliydi bu.
Hasan Çavuş:
—Attan anladığını biliyorum.Senin elinde bu küheylan gibi olur.
diyerek teslim etmişti onu.
Yusuf Dayı kafasının şekline,kulaklarının büyüklüğüne,gözlerinin arasındaki mesafeye,ayaklarının duruş şekline baktı.Geriden bir süzdükten sonra:
—Şekil ve şemaili iyi görünüyor.Yemini inkar etmezse kısa zamanda kendini toplar.
demişti.
Aradan üç yıl geçti.Kaburgaları belli olmuyordu.Sırtı düz,karnı gergin,kalçaları gayet dolgundu.Nereye gitmişti onca kemik? Hasan Çavuş bilmişti küheylan gibi olacağını.
Tımarı bitirdi.Makasla kuyruğunu düzeltti.
Ayak tırnakları biraz solup göründü gözüne.Tenekedeki yanık yağa banmış paçavra ile tırnaklarını boyadı.
Şefkatli dokunuşların etkisiyle tımar bitinceye dek gayet uysal bir şekilde durdu.O da bu gün sahibini hiç üzmedi.
Hamudunu,dizginlerini,palanını vurdu sırtına.
Beraberce sokak kapısının önündeki arabanın yayına gittiler.
Kendiliğinden arabanın okları arasına girdi.Hazır olda bekledi.
Yusuf Dayı son olarak arabanın etrafında şöyle bir gezindi. Tekerlekleri eliyle ırgaladı.Balansını kontrol etti.Arabanın oklarını hamudunun iki yanındaki yerlerine koyup deliklerine kalın çubukları yerleştirdi.
Sırtına vuran sabah güneşinin altında, kızıl kahve renkli kısa tüyleri parıldıyordu kısrağın.
İkisi de hazırdı.Caddeleri gezip,sokaklara girebilir halkın gözü önünde birlikte çalışabilirlerdi.
Bakımsız bir kısrak,döküntü bir araba ile ortalığa çıkamazdı.Ne de olsa temsil ettiği bir makam vardı.Gün boyu herkesin nazarı üzerinde olacaktı.
Yusuf Dayı bakım görüm işini askerliğinde öğrenmiş.Nalbant olarak görev yapmış.Top arabalarına koşulan kadanalardan mesulmuş.
Hep o günleri düşündü.Mesleğine söz ettirmedi.Atı ve arabasıyla her daim muhafız alayında resmi geçit yapıyormuş gibi yürüdü.
Tahsili yok, okula gitmemiş.Kendi gayretiyle okuma yazma öğrenmiş. Okumayı ve okuyanı severdi.Bütün çocuklarını ve torunlarını okutmaya çalıştı.Okuyan okudu.Okumayan çalıştı.
Anadoluda köy odaları ve camilerin halk üzerindeki etkisi vardı eskiden.
Buralara ulu kişiler gelir sohbet ederdi.
Halk buralardan beslenirdi.Okula gitmese de terbiye öğrenirdi.
Köylünün dingili düzeni buralardan gelirdi.
Adap usül öğrenirlerdi buralardan.
O da buralarda öğrendiği bilgileri,hikayeleri hep anlattı durdu çocuklarına.Gözü yaşlı Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatırdı.Uzun süre TV almadı evine.Akşamları ya kendisi sohbet ederdi ya da radyo dinlerdi çocuklarıyla.
Şimdi ne köy odası ne de sözü sazı dinlenen ulu insan kaldı mı köylerde?
Oturmasını kalkmasının bilirdi.Konuşmasına dikkat ederdi.Öz güven dedikleri şeyde varmış demek ki,bayramlarda belediyeye ve müftülüğe gidip protokolle bayramlaşmaktan çekinmiyordu.“harabat ehlini hor görme zâkir, defineye malik viraneler var.”
O sabah ta atıyla birlikte işe çıktı.
Her gün farklı bir mahalleyi geziyordu.Her mahalleye bir gün ayırmıştı.
Mahalleli kadınlar onların saatini bilirdi.Demir çemberle kaplı tekerlerin sesini duyunlar elindeki tenekesiyle kapılarının önüne çıkmışlardı.Mahallenin başından başlayıp sonuna doğru tenekeleri tek tek boşalttı arabasına.Eline süpürge ve küreğini alıp göze görünen pislikleri süpürdü.Küreği ile toplayıp hafifçe arabaya attı.Etrafa toz kaldırmadan.
Mahallenin sonuna doğru kadınlardan biri elinde çay tepsisi ile beklemeye durdu.At kendiliğinden ağır ağır arabayı çekerken,Yusuf Dayı da tenekeleri boşaltarak çay molası verecekleri kapıya doğru ilerledi.
Yusuf Dayı
—Durrrr
gibi, “r” harfine bastırarak bir şeyler söyledi.At anladı.
Çay molası verilmişti.
Diğer kadınlarda toplandı.Yusuf Dayı nükteli konuşurdu.Onların hoşuna giderdi.Kimisi kocasının huysuzluğundan,kimisi kaynanasının dırdırından,kimisi oğlunun hayırsızlığından dert yandı.Yusuf Dayı onların amcası veya dayısı gibiydi.Hürmet ederlerdi.
Hastalarını sorar,dertlerini dinler, halleşirdi onlarla.İnanmazsanız ama oğluna kız bakması için ondan akıl alanlar bile vardı.
Hacca gidecekleri,düğün yapacakları,çocuklarını askere göndercekleri bilirdi.
Ayak üstü çay ve sigara ikramları hiç eksik olmazdı.Zaten oralarda bunlar sıradan adetlerdi.Kendine hizmet edene işçi,memur ayırmadan ikramda bulunmak isterlerdi.Bazen soğuk bir su,bazen tuzlu bir ayran.
Samimi ve candandı.
Ama kamunun imkanlarını başkalarına kullandırmazdı.Bir defasında mahallenin ileri gelenlerinden biri,kendisinden para karşılığı özel bir iş yapmasını istemişti de, o,"Efendi bu araba,bu at ve ben belediyenin malıyım.Senin özel işini yapamam, paramı da belediye veriyor" demiş ve bu teklifi geri çevirmişti.
Mahalleyi temizlemiş,çöpleri toplamıştı.
Uzaktan Hasan Çavuş göründü.Ona doğru geliyordu.
Bekledi onun gelmesini.
Hasan Çavuş:
—Merhaba Yusuf Ağa
dedi.Bu saatte Hasan Çavuş gelmezdi pek.Hayırdır İnşaallah.
—Merhaba Çavuşum,Bi şey mi oldu.Hayırdır.Bu saatte pek..
dedi.
Cesaret edemedi.Gerisine.
—Yusuf Ağa,geçen hafta encümen karar almış.Artık at arabası ile çöp toplanmayacak.Akşam atı ve arabayı Belediyenin garajına bırak.Olur mu?
Ne diyeceğini bilemedi.Olur mu,olmaz mı?
Gözü gibi baktığı,alımlı, çalımlı kısrağını,iş arkadaşını,yoldaşını emekliye ayıracaktı belediye.
Artık temizlik işini traktörler ve kamyonlar ile yapacaklardı.
Ee ne demişler.Emir demiri keser.
Belediyenin atı,belediyenin arabası.Kendi de belediyenin elemanı değil miydi?
Gün sonunda çavuşun talimatını yerine getirdi.Dediği yere götürdü.
Arabanın oklarını hamudundan çıkardı.Atın üzerinden yük kalkmıştı.
Serbesti.O da mesainin bittiğini anladı.
Bir gariplik vardı.Burası her zamanki yer değildi.
Etrafına bakındı.Ahırına gitmek için.
Tanıdık bir kapı göremedi.
Yusuf Dayı arabanın arkasından torbayı aldı.
İçindeki yemi avuçladı.
Yeterince yem vardı.
Önce su vermek için bir kova buldu.Suyu doldurup önüne koydu.
Kızıl kısrak suyunu içene kadar,boynundan sarkan siyah yelelerini okşadı,parmaklarıyla taradı durdu.
Kısrak suya kandı.Başını kaldırdı.Başına yem torbasını geçirdi.
Yusuf Dayı başını yukarıdan aşağı sıvazladı.
İki eliyle tuttuğu çenesinin üzerinde alnını öptü.
Sırtını bir baştan başa okşadı.
Yularını demir direğe bağladı.
Artık teslim etmişti kızıl kısrağını belediyeye.
Yusuf Dayının kanatları düştü,Başını önüne eğdi.Nereye gidebilirdi? Bir ayağı ileri bir ayağı geri gidiyordu.
Kızıl renkli kısrak gözünde kocaman bir küheylana dönüşmüştü. Arkasına bakarak ordan ayrıldı.
Küheylanın gözlerini geriden görebiliyordu.İyice büyümüştü.
Peşinden gelmeye niyetlendi.Ama bağlı yuları salmıyordu.
Direğin etrafında bir kaç tur attı.
Biraz kişnemeye benzer bir sesle,burnundan püskürerek soluyordu.
Yusuf Dayı anlamıştı mesajı.Neden beni buraya bırakıp gidiyorsun.ben daha önce burada hiç kalmadım diyordu.Arkasından.
Elinde bir süpürge bir kürek.Dermansız dizlerine rağmen evine yürüdü gitti.Güneş omuzlarında batıyordu sanki.
Ne ajansları ne de türküleri dinlemek istemiyordu o akşam.
Sadece kısrağından ayrılmamıştı. Mahalle sakinlerinden, arkadaşlarından da ayrılmışı.
Kadınlar da ne o demir çemberli tekerlerin sesini ne de çay ve sigara ikram ettikleri,nüktedan "Yusuf Dayıları"nı duymayacaklardı artık.
Kapılarının önünü kimse onun gibi süpürmeyecek, başka biriyle böyle bir ahbaplık kuramayacaklardı.
Bu ayrılık çok koymuştu ona.
Ateş almaya gelmiş gibi tangır tungur çöp tenekelerini boşalttıkları çöp kamyonu vardı artık.
O kadar hızlılardı ki kamyona boşaltılan tenekelerden yerlere dökülen çöpleri bile toplamaya vakitleri yoktu.
Bir süre o da bu şekilde çalıştıktan sonra emekli oldu.
Yusuf Dayı'ya da emeklilik yaramamıştı.Arada bir eşin dostun çatı tamirlerini yapıyor,kiremit aktarıyordu.
Atını arabasını ve kapı önlerindeki çay molalarının,sohbetlerin özlüyordu.
Nihayet biraz yaşının ilerlemesinden biraz da hastalığından güneşli bir kış günü vefat etmişti.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen daha onu tanıyan,hatırlayan sohbetlerini yad eden kişileri bırakmıştı arkasında.
“baba dostu” esnafları gördükçe oğlu mutlu oluyordu.
Belki de Müslüm Baba gibi “onur olsun bizden kalan,biz babadan böyle gördük” diyerek onurlanıyordu.
Sanırım Martin Luther King "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin " sözünü onun için söylemişti.