Anne babaları gözlemlediğimde, birçoğunun, “mahremiyet eğitimi” konusunda ciddi bir yanılgı içinde olduğunu fark ediyorum.
Mahremiyet eğitiminin (özellikle kız çocuklarının) engellenmesi, sosyal yaşamdan tecrit edilmesi, daha anaokulundan itibaren erkek çocuklardan ayırt edilmesi olduğu zannediliyor.
Çocuğu yoğun duygusal denetimler altında tutmak, ona hâkim bir suçluluk duygusu edindirmek ve onun “değersizlik hissi içinde çekingen davranışlar sergilemesi” marifet kabul ediliyor.
Hâlbuki mahremiyet eğitimi, çocuğa “utanç duygusu ile çekingenlik kazandırmak değil”, insan olmaktan kaynaklanan değerlilik duygusu ile kendi hislerini yönetebilecek bir güce eriştirme eğitimidir.
Mahremiyet eğitimi, çocuğun duygularını denetleme eğitimi değil, ona kendi duygularını denetleyebilecek yeteneği kazandırma eğitimidir…
Maalesef, duyguları ebeveyn denetiminde olan çocuklar, bir gün kavuşacakları özgür ortamda kendileri ile baş etmekte zorluk çekiyorlar.
Bundandır ki, mahremiyet eğitimi, başkasının değil, çocuğun kendi hislerini yönetebilecek yeteneğe erişmesinin “süreç rehberliğidir.”
Daha da ötesinde, mahremiyet eğitimi, ruh ile bedenin bütünleştirilmesi eğitimi; “ruhun bedende canlandırılması” eğitimidir. Davranışların incelmesi, ruhun diri diri davranışlarda kendini görünür kılması eğitimidir…
Ruh, bedende görünür hâle gelmeye başladığında, ortaya “zarafet” çıkar. Zarafet; ruhun kaygısızca bedene tutunup onu bir bütün hâlinde hareket ettirmesidir.
Zarafetin insan ilişkilerine yansımasına “nezaket” denir.
Nezaket sahibi bir kişinin duruşu başka, yürüyüşü başka, sesi başka, tebessümü başkadır. Davranışlar doğal bir “estetik” içindedir. Bedenin her bir parçası, birbiri ile “ruhsal uyum” taşır; dudak tebessüm ederken yanaklar hafifçe kıpırdar, yanaklar kıpırdarken gözler ışıldar, gözler ışıldarken kaşlar aynı ruhun tesiri ile kendince bir kıvama girer ve bütün bunlar akıl ile değil, hislerin bedene fıtrî yansıması ile olur.
Çocukluk çağında duygularının denetimlerini “utanç” içinde ebeveynlerine kaptıran kişilerde ise, “ruh-beden uygumu” kaybolur. Ruh, bedende görünmez olur. Görünen kısım kaygılı bir fiziktir. Böylesi kişilerin simaları hissiz, dudakları “kaygılı gergin”, suratları asık, bedenleri kasılmış, omuzları kalkıktır.
Bu duruş, erkek çocuklarında “karizmatik” gibi algılansa da, işin aslı, “aşağılanmışlığın kasıntısından” başka bir şey değildir.
Kız çocuklarında durum daha trajiktir…
Kız çocuğuna has parmak hareketleri, el ve kol duruşları gitmiş, yerine erkek kaslarının kaba hareketliliği gelmiştir. Ses, yumuşaklığını kaybetmiş, buyurucu bir sertliğe dönüşmüştür. Ruh, bedende kendini cıvıl cıvıl var etmek yerine, hissizleşmeyi, duygularının üzerini örtüp ölmeyi tercih etmiştir.
Hislerin bedeni terk etmesi, insanın yaşamdan el çekmesinden başka bir şey değildir.
Size bir şey söyleyeyim mi; insanın başına ne geliyorsa, çocuklukta geliyor...
Ve çocuklukta başa gelenler, yetişkinlikte derin acılar veriyor.