Uzun zamandır aklını kurcalayan, daha doğrusu hayatını zorlaştıran bir sorunu vardı. Hayatında her şey yolunda gidiyor gibi görünmesine rağmen devamlı bir şeylerin eksikliğini hissediyordu. Sanki yarım kalan bir yan vardı. Sanki yap-bozun tüm parçaları tamamlanmıştı ama en merkezdeki ana parça eksikti. Tam da bu eksiklik yüzünden mutluluğu daima yarım kalıyordu.
Bu duygularla interneti açtı. İçinden, ta derinden bir ses ona bir araştırma yapması gerektiğini söylüyordu. Arama motoruna çeşitli kelimeler yazarak internette gezinmeye başladı. Karşısına ilk olarak Ali Ayçil’in bir yazısı çıktı. Her Şey Tamam Bir Şey Eksik adlı yazıda kısa şöyle diyordu Ayçil:
“Dünya denen karmaşaya düştüğümüzden bu yana hep bir arayış içinde olduk. İlk aradığımız yalnızlığımızı gidereceğimiz bir dosttu. Dosta sığındık. Dost tarafından kuşatılsak da içimizi bir kurt kemirmeye başladı. Eksik olan bir şey vardı. Bu eksiği kapatmak için kitaplara yöneldik. Son sayfayı bitirdiğimizde kitaptan keyif aldık ama içimizdeki o boşluk dolmadı. Hala kayıp olan bir şeyler vardı. Okuldan mezun olduğumuzda bu boşluğun dolacağına inandık. Ne var ki diplomamızı elimize aldığımızda eksik olan bir şey yine vardı. Bu eksikliği parada, sonra evlilikte sonra da çocuklarımızın gözlerinde aradık. Ama bulamadık. Belki de eksik olan bizdik.”
Sonra, Mustafa Ulusoy’un yazısı dikkatini çekti. Ulusoy insandaki tamamlanmamışlık hissine ustaca değiniyor ve içimizde daima hissettiğimiz bu eksikliğin nedenini bu dünyanın geçiciliğine ve insanın bu dünyadaki misafirliğine bağlıyordu. Tamamlanmışlık hissine ancak başka bir âlemde ulaşılabileceğimizi anlatıyordu.
Söz yazarı ve besteci Nadir Göktürk ise adeta duygularına tercüman olmuştu.
Eksik bir şey mi var hayatımda,
Gözlerim neden sık sık dalıyor?
Eksik bir şey mi var hayatımda,
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor.
Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam.
Atsan atılmaz, satsan satamam.
Eksik bir şey mi var, anlayamam,
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam
İncelemeye devam ettiğinde karşısına Eric Fromm’un bir sözü çıktı: “Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır: Hayatın anlamını kaybetmek.” Belki de hayatında eksik olan bir anlam, diye düşündü.
Anlam üzerine araştırmalarını derinleştirdiğinde karşısına Logoterapi kavramı çıktı. Victor E. Frankl, ölüm kamplarımda edindiği deneyimlerden sonra İnsanın Anlam Arayışı adlı meşhur kitabını yazmıştı. Frankl, insan hayatındaki anlam arayışının insan davranışlarını yönlendiren en temel güdü olduğunu söylüyordu. Frankl’a göre yaşamlarında anlamsızlık duygusu ağır basan bireyler iç dünyalarında oluşan boşluk duygusuna yani varoluşsal boşluğa yakalanıyorlardı. Frankl Anlam Terapisi adını verdiği Logoterapi ile danışanlarının hayatındaki anlamı bulmasına yardımcı oluyor onların bu boşluğu doldurmasında onlara yol gösterici oluyordu. Çünkü insanın içindeki o büyük varoluşsal boşluk ancak hayata katılacak bir anlamla dolabilirdi. İnsan ise içindeki bu anlam boşluğunu güç, para ve haz arzusu ile doldurmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyordu.
İlk defa hayatına dair bu kadar derin bir iç görüye sahip olduğunu fark etti. Şimdiye değin ne kadar da sığ bir hayat yaşadığını düşündü. Dört farklı yazar, ona yeni bir pencere açmıştı. O gün karar verdi. Hayatına bir anlam katacak ve hayatını bu anlam çerçevesinde yeniden şekillendirecekti. Geçici hazlar peşinde koşmak yerine anlam arayışına çıkacaktı.