Hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum.Sokak kapısının önünde dikiliyordum. Mahallenin aşağısından gelen birileri benim okula gidip gitmediğimi sordu. Koltuğunun altında siyah, kocaman kalın bir defter vardı. O deftere benim de adımı da yazdı.Artık okullu olmuştum. Beni kaydeden amcayı okulda da gördüm,adı Bayram Karaduman idi.
Okulumuzun adı 27 Mayıs İlk Okulu idi.O zamanlar okulun adının nereden geldiğini bilmiyordum.
İlk gün siyah önlüklerimizin üzerindeki beyaz yakalıklarımızla, düz giden okul yolunda bayram yaparak, sınıfları doldurmuştuk. Herkes neşeli idi, ne ağlayan ne de annesini arayan vardı. Herkes yürüyerek,kendisi gelmişti okula herif gibi.
İlk günlerde beni en çok etkileyen,daha önce böyle yoğun hissetmediğim bir koku vardı sınıflarda. Kokunun yoğunluğu kapının yanındaki çöp kutusunda daha fazlaydı. Elimizde açacak ve kalemle o köşeye gider özenle kalem açardık. Açacağın içinde kalemleri burdukça bu koku etrafa daha fazla yayılırdı. Açılan kalemin ucundan elma gibi kıvrım kıvrım incecik bir kabuk uzardı.Koparmadan uzatabilirsek iki ucu birleştiğinde çiçek şekli ortaya çıkardı.Kızlar onu defterlerinin arasına koyardı.
İlginç gelen bir başka şey de duvarladan birinin yeşil renkte olmasıydı. Etrafında sarı yaldızla boyanmış bir çerçeceve vardı. Üzerine bir kalemle beyaz yazı yazılıyordu, silgi ile bu yazı kayboluyordu. Sihir gibi gelmişti bana bu beyaz yazının kaybolması. Bu duvara neden tahta diyorlardı uzun süre bunu anlamamıştım.
Haa bu arada öğretmenimiz Kemal Göktürk idi. Çok displinli ve biraz da sert idi. Müdürümüz Fazlı Çetin'di. Fazlı Beyi çok severdik. Çünkü o geldiğinde biz ya resim yapardık ya da şarkı söylerdik.
Leyla Kökden hanım da vardı. Dersimize girmedi ama beni çok severdi. 23 Nisan hazırlıkları yapılırken beni sıradan çekti ve "seni izci yapıyorum" diyerek, bana oğlunun izci kıyafetlerini hediye etmişti. Onun sayesinde "yavru kurt" olmuştum.
O zamanlar tam gün okula giderdik. İlk zamanlar cumaryesi öğleye kadar da gittiiğimi hatırlıyorum.
Öğle yemeğine eve gelirdik.
Teneffüs saatlerimiz uzundu. Kan ter içinde kalırdık teneffüslerde.
En büyük eğlencemiz bahçedeki tahtaravellilerdi.Biri büyük biri küçüktü. Uzunca bir ağaçtan yapılan büyük tahtaravalliye karşılıklı iki sınıf binerdik. Uslu uslu binmek yerine biri birimizi düşürmecesine yere vurdururduk. Yere vurdukça yukarıya kalkan taraftaki çocuklar patır patır dökülürdü. En son kalan çocuk ağaca sıkıca ellerini dolar ve karnının üzerine yatardı. Onu düşürene kadar yere vurmaya devam ederdik. Biz vurdukça onun ayakları havaya kalkardı, en sonunda ya düşer ya da inerdi. İçimizde en dayanıklımız Salih Ozul ile ikizlerden Mahmut Er idi.
Erkeklerin oyun çeşidi azdı.En iyi bildiği şey top oynamaktı.
Kızlar bize göre zengin bir oyun çeşidine sahipti. Basit bir ipten bile iki üç çeşit oyun uydurur, yerden topladıkları taşlardan çeşit çeşit oyun çıkarırlardı. Duvar kenarlarına kömür karasıyla çizdikleri çizgiden oyun icad ederlerdi.
Bu seneki iznimde okulların açılmasına rastladım. Artık bizim okulun önünde de büyük şehirledeki gibi bekleşen anneler ve dedeler vardı. Artık çocuklar daha bir kıymetlenmişti, cıvıl cıvıl uçuşuyorlardı.
Onları seyrederken o koku tekrar burnuma çavdı. Sinema şeridi gibi gözümün önüne okulun son günü geldi.
Kemal Hoca son karnelerimizi dağıtıyordu. Herkesle birlikte karnemi alıp çıkmıştım sınıftan. Koridorda bir kaç adım attıktan sonra geri koşup Kemal Hocaya sarılmıştım. Ne dediğimi hatırlamıyorum ama yanaklarımın ıslandığını hiç unutmuyorum.
Emeği geçen tüm öğretmenlerimizi saygı ile anıyorum. Vefat edenlere Allah'tan rahmet diliyorum.