İslamcılardan kastımız, daha önceki yazılarımda değindiğim üzere 'batı buhranı' sonrası ortaya çıkan üç farklı batılılaşma yaklaşımlarından birisidir.
Batı'nın belli bir süreçte özellikle kiliseye rağmen kotardığı çoğulcu, demokratik, algı, anlayış ve uygulamaya dayalı yeni yöntem dünya görüşü ve bunun getirdiği sanayi-teknoloji atılımıyla gelen refah ve üstünlük tezahürleri elbette İslam dünyasını çok etkileyip büyülemişti. Bizim entelijansiyamız genel çoğunlukla, tüm bunları, Batı'nın dine karşı kotardığından hareketle İslam dininin Batı gibi olmada bizi engellediği görüşündeydiler.
Bunlardan İslam dinine, gelenek, örf ve adetlerine bağlı bir cenah diğerlerinin bu zehabını yanlış buluyor; ama batılılaşmanın da gerekliliği görüşünü taşıyorlardı. Dinden uzaklaşmadan, dine karşıt tavır almadan batılılaşma, Batı gibi güçlü olmanın mümkünlüğünden yanaydılar. Bu gruptan bir kısmı sonraki aşamalarda bunu siyasal yolla gerçekleştirme eğilimine girdiler. İslamcılar olarak bahsettiğimiz bu yaklaşımdır.
Ancak Batı'nın gerçekleştirdiği bu süreç, Batı'nın bugünkü durumu, yine üst düzey seçkin konumda bulunan bir grubun öncellikle kiliseye sonrasında kraliyete karşı mücadelesi neticesidir. Bilindiği üzere Batı sınıfsal bir toplumdur. Din adamları, senyörler, serfler, krallar, asiller, burjuvalar, derebeyleri, baronlar bu sınıflardan bazıları.
Bugün hala özgürlük belgesi, demokratik uygulamaların kaynağı olarak dillendirilen meşhur 'Magna Carta', halk topluluğunun bir girişimi değildi. Derebeylerinin, yanında kilisenin kralla yetki paylaşımıydı aslında. Kralın sonsuz yetkilerini sınırlamaktı. Halk için değişen bir şey olmamıştı. Cumhuriyetin, demokrasinin, laiklik gibi kavramların ortaya çıktığı Fransız ihtilali bile esasen benzer ögeleri barındırır.
Batı'daki mücadele sınıfsal, sosyal prestij ve ekonomik değildi. Mücadeleyi verenler zaten tüm bunlara sahiptiler. Onlarınki yönetim, güç paylaşımı ve birazda yönetimde adil pay almaydı.
Batıda gelişen bu süreçler esasen sınıfsal bir toplumda belli bir ekonomik güce sahip olan üst düzey sınıfı temsil eden zümreler arasındaki hak, hukuk ve özgürlük mücadelesiydi.
Osmanlı toplumu Batı gibi sınıfsal bir toplum değildi. Belli ayrımlar mevcuttu ancak hanedan dışında Batı'daki gibi doğuştan kotarılmış bir sınıfsal uygulama yoktu. Halktan herhangi bir kimse eğitim ve yeteneğiyle en üst yönetim konumuna gelebiliyordu. Ki bu doğru bir uygulamaydı.
Osmanlı hanedanı Cumhuriyetle birlikte artık yoktu. Önderliğini yaptığı istiklal mücadelesi sonrasında Mustafa Kemal Atatürk, 'Cumhuriyeti' kurmuştu. Artık 'Cumhuriyeti' kuran bir irade, bu iradeye sahip çıkanlar vardı. Böyle de olmalıydı.
İslamcılar diye isimlendirdiğimiz bu kesimin esasen kökeni geniş halk zümreleriydi. Tabandan gelecek böyle siyasal bir grup iktidar durumuna gelirlerse iktidarın imkan ve nimetlerine kavuşacaklardır. İnsanın doğasında maddi ve manevi doyuma ulaşmak esastır. Batıda kotarılan mücadeleyi zaten belli bir maddi doyuma ulaşanlar gerçekleştirmiştir. Böyle olunca onlar için doğrular, adalet, özgürlükler esastır. Kendi aralarında bunun mücadelesini verip gerçekleştirmişlerdir.
Tüm İslam dünyasında İslamcılar olarak isimlendirilen siyasal oluşumlar Batı'daki toplumsal olguları gerçekleştirme potansiyeline bizce sahip değillerdir. İktidara ulaştıklarında mevcut statükoya kavuşacaklar, bunun verdiği imkanları kullanma adına doğal olarak mevcut işleyişi, statükoyu devam ettireceklerdir.
Bu açıdan İslam dünyasında halk adına Batı'daki sosyo-toplumsal olgular gerçekleşmiyecektir. Gerçekleşse bile bu, Batı'nın yönlendirmesiyle suni olarak ortaya çıkarılan 'arap baharı' hareketlerine benzeyecektir.
Burada halk adına diye ifade ettiğimiz yeni bir sosyo-ekonomik atılım ve bunun doğal sonucu gerçekleşecek halkın refah ve mutluluğudur. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde halk henüz bu konuma ulaşamamıştır.
Tüm İslam dünyasında 'batı buhranı' ve 'batılılaşma süreci' bugün hala devam etmektedir. Bu yolda da diğerlerine göre en önde ve öncülükte Türkiye Cumhuriyeti olarak biz bulunuyoruz. Devlet yöneticilerimiz 'batılılaşma sürecimizi' doğru yönde bir an önce tamamlama çaba ve gayretinde olmalıdırlar. Bunun için de öncelikle bilim gereklidir. Baskının olmadığı, özgür demokrat ortamlarda bilim gelişir, devamında sanayi ve teknoloji çalışmaları gelir ve tüm bunlar belli bir süre sonra halka refah ve aydınlanma olarak yansır.