İnsanın, varlığı açıklama ve anlama çabasının altında birçok neden yatar. Bu nedenleri de açıklayan birçok filozof ve disiplin, yazılı tarihin başlamasından yaklaşık 2000 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Felsefe’nin söz konusu olduğu tüm çağlarda farklı görüşler tarafından genel olarak mutabık kalınan şöyle bir düşünce söz konusudur; Doğadaki tüm canlıları hayatta tutacak bir takım sivrilmiş özellikler vardır. İnsanı da bu canlılardan ayıran en büyük sivrilmiş özelliği gelişmiş beyni, yani düşünce gücüdür.
Paleolitik çağdan beri “insan” dediğimiz canlıyı hayatta tutan tek özelliği düşüncenin verdiği güçtür. Bu nedenle birçok filozof zihnini kullanmayan insanı, pençelerini kullanmayan bir kartala, kanatlarını kullanmayan kuşlara benzetir. Bu nedenle insan, doğasının verdiği gerekçeler ile zihnini kullanmaya “mahkumdur.” Ancak insanın düşünce gücünü kullanması onu öyle bir noktaya gelmiştir ki, sorunlar “yiyecek bulmak, su bulmak, hayatta kalmak” gibi temel alanlardan çıkıp, “varlığın doğası nedir, doğru bilginin ölçütü ne olmalıdır” gibi metafizik alanlara kaymıştır. Dolayısıyla insanın varlığı anlama ve açıklama çabası, kendi doğasının getirdiği bir sonuç olarak düşünülebilir. Ancak Felsefe, bu “anlama” serüveni içerisinde, insana “gerçek bilgiyi” elde etmek için bir takım yöntemler ve disiplinler öğretir. Bu disiplinler de, yine insan tarafından oluşturulur.
Tüm bunlara rağmen söz konusu sorunun cevabı, sorulan çağa ve “filozofa” göre büyük farklılıklar içerecektir.