"Ekmeğe pepe" derken ve daha üstümüzü başımızı düzeltmekten aciz ana kuzuları iken onların ellerinde bulmuştuk kendimizi.
Sabah erkenden, gözlerimizi uğuşturarak, bazen çamurlu ayaklarımızla, bazen ıslak paltomuzla onların yanına koşardık. Ne okul servisi, ne de dolmuş bilirdik.
Daha onlar gelmeden, soluk soluğa okul kapısına yarışır, asker gibi dizilir selamlamaya dururduk onları. Bunun karşılığında aldığımız küçük bir tebessüm, bir gülücükle tekrar oyun alnına doğru kanatlanırdık.
Kar sularıyla sızlamış ya da soğuktan çatlamış minik ellerimizi, sıcak avuçlarına alıp,bizi kalem tutmaya alıştırırlardı. Gözümüzde büyüyen o yuvarlak, o yılan gibi harfleri el ele vererek nasıl yazacağımızı öğrenirdik.
Daha sonra tahtada ya da sırada sabırla ve şefkatle fişleri ezberletir, kelimeleri öğretirlerdi.
Yeri geldi beraber, baklalarla yazılar yazdık, boncuklarla hesap yaptık hiç usanmadan bıkmadan.
Baklayı, boncuğu ne yapacağımı bir türlü anlatamamıştım anneme.
Garip anam nerden bilsindi ki; onun bildiği, bakladan yemek, boncuktan tesbih yapmaktı.
İlk resimlerimizi de beraber yapmıştık. Ondan başkası görüp, anlayamazdı resimlerimizdeki ağaçları, kuşları. Sadece ikimiz bilirdik dörtgen ve üçgen şeklinde de insanların olabilceğini.
Cin Ali ile onun sayesinde tanışmıştık. Karınca ve ağustos böceğini o anlatmıştı bize. Karga ile tikinin hikayesini ilk kez ondan dinlemiştik.
Bazen güneş gibi ısıtır, aydınlatırdı, bazen de yıldırım gibi gürler, titretirdi bizi. Adı Kemal'di ama bazen Cemal olurdu bizim gözümüzde, bazen de Celâl.. Sıra sopasından geçtikten sonra ağlamadan biribirinize bakıp gülerek yine onun çevresinde toplanırdık. Meğer ceza ve müsibette beraber olmak acımızı azaltırmış o zamanlar.
Oyunlarımızda, eğlencelerimizde gözlerimiz hep onları arardı. Onların aramızda olduğu oyunların bitmesini hiç istemezdik. Birlikte "yağ satar, bal satar", "pekmez" deyince yatar "yoğurt" deyince kalkardık.
Ve günü geldi meyveler gibi büyümüş,olgunlaşmış ve mihayet öğretmenlerimizle bu merdivenlere dizilmiştik. FOTO Kubilay son kez onlarla bizi bir karenin içine yerleştirmişti. Gururla, sevinçle ve hüzünle. İçimizde bir sızı duymuştuk, boğazımıza bir şey tıkanmıştı bir türlü yutkunamıyorduk ilk defa. Çünkü hem birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımızdan, hem öğretmenlerimizden hem "yuvamız" dediğimiz okulumuzdan ayrılık vakti gelmişti.
Artık pepeyi de ekmeği de hem yazıyor hem okuyorduk. Adı gibi bizide kemale erdirmişti. Bu yüzden haklı bir gurur vardı yüz ifadelerinde.
Ama bu gururun arkasına bir de ayrılık acısını ve hasretini gizlemişdi. Annem de öyle yapardı. İlk okuldan sonra yatılı okula giderken ben hem ağlar, hem de dönüp dönüp geriye bakar, bir annemi bir de mahallemi kontrol ederdim. Ama benden başka kimse ağlamazdı bu ayrılığa.
Çok sonradan " ağladığımı görseydin okumaya gitmezdin"demişti annem.
O merdivenlerde #öğretmenlerimiz de saklamışlardı gözyaşlarını bizden, tıpkı annem ve babam gibi.
Bayrağa saygıyı,vatanın kıymetini,yerli malının değerini onlardan öğrenmiştik."Türküm, doğruyum, çalışkanım"derken buradaki sıralamaya göre "doğruluğun çalışkanlıktan önde olduğunu" taa o yıllarda bize öğretmişlerdi.
Yıllar sonra bir gün, şehirler arası otobüse binmek üzereyken görüşmüştük onunla. Ben mühendis olmuştum, avukat bir hanımla evlenmiş olarak karşısında duruyordum. Elini öptüğümüzde tıpkı babam gibi gururlanmıştı.
Evet öyle"uzun boylu büyük adamlar " olamamıştık ama, onlara kötü söz de söyletmemiştik, başlarını eğdirmemiştik, öyle "uzun boylu büyük adamlar" gibi.
Şimdi ne zaman önünden geçsem o merdivenlerin, bu resim gelir gözümün önüne. Bazen rüyası ile uyanırım o merdivenlerin, hemen gözümü yumarım ama nafile.