Tarihsel süreçte neden her ülkede aynı gelişmişlik düzeyine çıkılamamıştır? Neden bazı toplumlar hayvancılıkta, bazıları tarımda veya ticarette daha ileri gitmiştir? Neden Mezopotamya medeniyetlerine ait yapıların pek çoğu günümüze kadar gelememiştir?
Yukarıdaki sorulardan anlaşılacağı üzere tarih boyunca toplumlar hayat tarzları, sanat anlayışları, ekonomik faaliyetleri, beslenme şekilleri ve giyim kuşamlarıyla başka toplumlardan ayrılmıştır. Bu farklılaşmanın en önemli nedeni yaşanılan coğrafyadır.
Buzul Çağı'nın yaşandığı dönemlerde üretim için gerekli coğrafi şartlar olmadığından insanlar avcılık ve toplayıcılıkla besleniyorlardı. Avcılık yorucu, tehlikeli ve her zaman olumlu sonuç almanın mümkün olmadığı zorlu bir uğraştı. Toplayıcılık ise avcılığa göre daha kolay olmakla birlikte yeterli bir beslenme yöntemi değildi. Bu nedenle buzulların erimesiyle birlikte besin üretimi amacıyla yerleşik hayata geçilmeye başlandı.
Güneydoğu Anadolu'nun yanı sıra Suriye ve Mezopotamya toprakları avcılık-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçişin yaşandığı ilk coğrafya oldu. Doğu-batı doğrultusunda bir yay şeklinde uzanan sıradağların güneyinde kalan bu coğrafya verimli topraklarla kaplı olduğu için “Bereketli Hilal” adıyla anıldı.
Fırat ve Dicle Nehirlerinin suladığı Bereketli Hilal; buğday ve çavdar gibi tahıllar ile at, deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların ana vatanıdır. Buraya yerleşen insanlar yiyeceklerini kendileri üreterek protein ve karbonhidrat ihtiyaçlarını daha kolay karşıladılar. Besledikleri hayvanların yünlerinden giyecekler yaparak soğuktan korundular. Onların gücünü kullanarak toprağı işlediler. İlk Çağ’da yerleşik medeniyete yalnızca Bereketli Hilal’de değil, benzer coğrafi şartlara sahip başka bölgelerde de rastlanır. Nil Nehri’nin hayat verdiği Mısır ile İndüs ve Ganj Nehirlerinin geçtiği Hindistan bu yerlerin belli başlılarıdır. Anadolu’daki akarsu vadileri, delta ovaları da insan yerleşimine sahne olmuştur.
Yerleşik hayat başladığı hâlde bazı bölgelerdeki insanlar konar-göçer hayat tarzını devam ettirmiştir. Hayvancılıkla uğraşan bu insanlar sürüleri için suların ve otlakların bol olduğu yerler aramışlardır. Konargöçerler avcılık-toplayıcılıkla geçinen topluluklardan farklı olarak hayvanların üremesini ve beslenmesini kontrol etmişlerdir. Böylece bilinçli bir üretim faaliyetinde bulunarak ihtiyaçlarını doğada hazır bulduklarıyla karşılayan göçebelerden ayrılmışlardır. Teknolojinin henüz gelişmediği dönemlerde çevre şartları, insan hayatında bugüne göre daha belirleyici bir rol oynuyordu. Tarih ilminin kurucusu kabul edilen Heredot "Mısır Nil'in bir armağanıdır." diyerek insan çevre ilişkisine dikkat çekmişti. Strabon ise “Geographica” adlı eserinde ovalar, sahiller ve ılıman iklimin görüldüğü bölgelerde yaşayan toplumların daha medeni ve uysal olmasına karşın; dağlık ve yüksek bölgelerde yaşayan insanların medenilikten uzak ve kaba olduklarını belirtmişti. Ona göre dağlar uygarlığın ilk aşamasını temsil ederken, ovalar ve kıyılar daha gelişmiş aşamaları temsil etmekteydi. Bu bakımdan yükseklerden aşağılara doğru hareket, uygarlık ve yaşam tarzının ilerlemesi anlamına geliyordu. Coğrafyanın insanların kaderini belirlediği görüşü İslam dünyasının yetiştirdiği önemli ilim insanlarından biri olan İbn-i Haldun (1332-1406) tarafından da paylaşılmıştır.
Yaşadığı bölgenin coğrafi şartları nedeniyle konar-göçer hayat tarzını benimseyen topluluklara verilebilecek en güzel örnek Türklerdir. Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer olan Orta Asya yüksek dağlarla çevrili, sert karasal iklimin hüküm sürdüğü, su kaynaklarının yetersiz olduğu, yer yer çöllerle kaplı bir bölgeydi. Burada tarıma elverişli topraklar kısıtlıydı. İlkbaharda karların erimesiyle birlikte coşan akarsular yaz ortalarına doğru kuruyunca bölge kavurucu bir kuraklıkla baş başa kalırdı. Bundan dolayı Türklerin önemli bir kısmı yerleşmeler kurup toprağı ekip biçmek yerine konar-göçer hayat tarzını benimsemişlerdi. Bu tercihin nedeni hayvan sürülerini taze ot ve su ile buluşturup verimliliği arttırma isteğiydi.
Orta Asya’da Türkler dağların rüzgârlara açık kuzey taraflarına kuz derlerdi. Başka yerlere göre daha fazla yağış alan ve serin olan kuzlar konar-göçer Türklerin yaz mevsimini geçirdikleri yaylaklardı. Buralarda sular kurumaz ve otlaklar daima yeşil kalırdı. Ayrıca yaz sıcaklarında insanlar ile hayvanlara rahatsızlık veren ve çeşitli hastalıklara yol açan sinek, böcek gibi haşerata pek rastlanmazdı. Türklerin kış mevsimini geçirdikleri kuytu yerlere ise kuy veya koy denirdi. Kışlak adıyla da anılan bu tür yerlere genellikle dağların güneye bakan eteklerinde, orman kenarlarında ve akarsu vadilerinde rastlanırdı. Kar yağışının az olduğu, fırtınaya kapalı ve güneş alan kuylarda otlaklar ve su kaynakları da bulunurdu. Konar-göçerler tahıl gibi yerleşiklerin ürettikleri ürünlere ihtiyaç duyarlardı. Bu nedenle çiftçilerin ekili dikili alanlarını tahrip edip onları yağmaladıklarında kendilerinin de zarar göreceklerini bilirlerdi. Aynı şekilde yerleşikler de ihtiyaçları olan hayvansal gıdaların konar-göçerler tarafından sağlandığını bilerek onlarla iyi ilişkiler kurmaya önem verirlerdi. Örneğin yerleşik medeniyet merkezlerinden biri olan Çin, Türklerin ihtiyacı olan tahıl ürünleri ve mamül eşya bakımından zengin bir ülkeydi. Türkler sınır boylarında kurulan pazarlarda Çinlilere hayvansal gıdalar ve ürünler satarken onlardan tahıl, seramik ve diğer eşyalar satın alırlardı. Türklerle Çinliler arasındaki alışveriş savaşlarla kesintiye uğrasa da savaşın ardından hızla normale dönerdi.