17. Yüzyılda Bir Gezgin: Evliyâ Çelebi ve Seyahatnâme’si
Gezip tozmayı yeni yerler görmeyi kim istemez ki? Böyle bir şeyi istemeyen kişinin bulunacağını hiç sanmıyorum. Şüphesiz gezmeyi hepimiz severiz, ama gezmeye hepimizin gücü yetmez. Yeni yerler görme
merakımızı da yabancı film izleyerek, kitaplar okuyarak gidermeye çalışırız.
Bu gezilip görülen yerleri anlatan gezi kitapları, seyahatnâmeler bu yüzden en çok okunan kitaplar arasında yer almıştır. Bu kitaplar hele bir usta kalemden çıktıysa okuyana büyük keyif verir. Gezi yazıları çok olmakla birlikte dünya çapında bu şekilde gezi kitapları ile şöhret kazanmış üç beş isim öne çıkar. Hele hele bunlardan üç isim çoktan unutulmazlar arasına girmiştir: Marco Polo (1254-1324) , İbni Batuta (Mağrib 1304-1369)) ve Evliyâ Çelebi (1611-1684 ?).
Marco Polo, Venedikli bir İtalyan seyyahıdır. Uzun yıllar boyunca seyahat etmiş babası ve amcası ile Orta Asya ve ta Çin’e kadar gitmiş; bu ülkede ve yolda gördüklerini akıcı, eğlendirici bir üslupla yazmıştır.
İbni Batuta ise bir Arap seyyahıdır. O da Fas’tan (Cebel-i Târık) yola çıkmış Arap yarımadasını ön Asya’yı Uzak Asya’yı, Karadeniz’in kuzeyinde yer alan topraklarını (Kırım, Rus, Moskova hattı) gezmiştir. Bu dönemlerin ulaşım ve nakliye imkanları düşünüldüğünde gezilerin insanı hayrete düşüren bir alana yayıldığını görürüz.
Bu iki seyyahtan asırlar sonra yaşamış olan Evliyâ Çelebi’nin gezdiği alan da bu iki seyyahın gezdiği alandan az değildir. O da bu gezdiği muazzam alanı ve bu alanlarda gördüklerini Seyahatnâme adlı 10 ciltlik eserinde çok eğlenceli bir dille anlatmıştır. Üstelik bu eserin dili Türkçedir. Çok az bir gayretle orijinalinden okuyup anlayabilirsiniz.
Şimdi Evliyâ Çelebi’den biraz bahsedelim, bu büyük seyyahımızı size biraz daha yakından tanıtalım.
Günümüzden tam 400 yıl önce imparatorluğun merkezi olan İstanbul’da dünyaya gelen Evliyâ Çelebi aslen Kütahyalıdır (1611). Dedeleri bu şehre İstanbul’un fethinden sonra gelmiştir. Çelebi, Seyahatnâme’sinde soyunu, ta Yesevî’ye kadar dayandırır ve dedelerinden birinin Fatih’in bayraktarlığını yaptığını söyler.
Babası Mehmed Zıllî Efendi, Kanunî’den I. Ahmed’e kadar sarayın baş kuyumcusu (ser-zergerân) görevinde çalışmıştır. Annesi ise Kafkasyalı bir câriyedir.
Döneminin standart eğitiminden başka (mahalle mektebi ve medrese) daha çok yüksek devlet memurlarının yetiştirildiği saray okulunda yani Enderun’da eğitim almış buradaki eğitimini tamamladıktan sonra da 1635 yılında dönemin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli padişahlarından kabul edilen IV. Murad (Bu arada o yalnız IV. Murad değil, I. Ahmed (1603-1617) I. Mustafa (1617-1623) II. Osman (1618-1622) ??IV. Murad (1623-1640) I. İbrahim (1640-1648) IV. Mehmed (1648-1687) gibi hükümdarların dönemlerini de idrâk eder.) ile tanıştırılmış ve kısa sürede padişahın yakın çevresi arasında yer almayı başarmıştır. IV. Murad’ın vefatından sonra da bugünkü askerlikte motorize kuvvetlere denk gelen bir askerî kurum olan sipahiler arasında yer alır.
Evliyâ Çelebi, henüz 20’li yaşlarının başlarındayken seyahat etmek, yeryüzünde yaşayan çeşitli toplulukları, kurulan medeniyetleri, mimari eserleri tanımak arzusuna düşer. Buna, büyük ölçüde içinde yaşadığı çevrenin sebep oluşturduğu görülmektedir. Babasının Kanunî Sultan Süleyman Han devrini yaşamış, güngörmüş bir kişi olması, hepsi hoş-sohbet kimseler olan babasının arkadaşlarının anlattığı şeyler, zaten insanları, yeryüzünü tanımaya meraklı olan küçük Evliyâ’yı gezip görmeye, tanımaya daha da heveslendirir. Bir süre bu fikri nasıl gerçekleştirebileceğini düşünür.
Seyahatlerinde iki rüyanın önemli olduğunu söyler. Birisi kendi gördüğü rüyadır ki bu rüyasında önemli sahabelerden Sa’d bin Ebî Vakkas ile görüş ve Hz. peygamberden şefaat dilerken dili sürçer “Seyahat ya
Resulallah” der. Bu Dil sürçmesi üzerine kaderi belirlenmiştir, artık sürekli seyahat edecektir. Seyahatlerini nasıl yapacağı ve yazması konusunda da Sa’d bin Ebî Vakkas’tan emir alır.
İkinci rüya ise babasından seyahat için izin alma hakkındadır. Babası gördüğü bir rüyada daha önceki dönemlerdeki önemli evliyaların, oğlunun seyahatine izin için kendisine baskı yaptıklarını söyler. Biz iki rüyayı da Evliyâ Çelebi’nin eserinde kendi ağzından dinleriz. Bu rüyalar gerçek olsun olmasın bize, Evliyâ Çelebi’nin seyahatlerine bir olağan üstülük katmak istediğini de gösterir.
Bakalım Evliyâ Çelebi nerelere seyahat etmiştir
Seyahatlerinin çoğunu yukarıda sözünü ettiğimiz gibi resmî görevleri sırasında askerî ve diplomatik görevlerle komşu ülkelere ve yabancı ülkelere giden yüksek rütbeli devlet memurlarına eşlik ederken yapmıştır. Bu bağlamda savaşlarda bulunmuş bir çeşit savaş muhabirliği yahut da savaşın akışını belgelendirme görevini üstlenmiştir. Bu görevle küçüklü, büyüklü 22 civarında savaşta bulunmuştur. Bunların dışındaki seyahatlerini de yabancı elçilik heyetleri yurtlarına dönerken onların yanında bulunurken yapmıştır. Örneğin İran, Romanya ve Balkanlara seyahatleri bu şekilde olmuştur. Bu resmî görevleri dışında dinî görevini yerine getirmek için Arabistan’a yolculuk etmiştir. Hac görevini yerine 76 getirdikten sonra 10 yıl kalacağı Mısır’a geçmiş ve burada iken kuzey ve kuzey doğu Afrika’yı da gezmiştir
(Sudan veHabeş).
Seyahatnâme’nin X. cildi eksik bir şekilde birden bire bittiğinden Çelebi’nin eserini bir sonuca bağlayamadan vefat ettiği tahmin edilmektedir. Vefat yeri ve tarihi hakkında da kesin bilgi yoktur. II. Viyana Kuşatmasını gördüğü ve Mısır’dan İstanbul’a döndükten sonra öldüğü, mezarının Meyyitzâde kabri civarındaki aile kabristanında bulunduğuna dair iddialar da vardır.
Seyahatnâme nasıl bir kitaptır
17’nci yüzyılın bu dâhi gezgini zamanın aydınları tarafından çok fazla dikkate alınmamıştır. Dünyada tanınır olması kendisinden 150 yıl sonra Avusturyalı tarihçi Hammer (1774-1856) vasıtası ile olmuştur. Türkiye’de ilk yayınlanması da günümüzden yaklaşık yüzyıl öncedir (1896).
Seyahatnâme’de bir yabancının ilgisini çekecek her türlü konuda coğrafî, kültürel, mimarî, etnik ve folklorik bilgiler bol bol bulunur.
Eserinde nasıl bir anlatım tekniği kullanmıştır
Çelebi eserinde gezip gördüğü yerleri belli bir plâna uyarak anlatır. Bu plâna göre önce coğrafî bilgiler verir, sonra şehrin kalesinden bahseder, sonra yerel idarecilerden bahseder, kurumlardan bahseder, sonra dinî kurumlar ve eğitim kurumları ve son olarak da o beldenin halkından söz eder.
Nasıl bir üslubu vardır
Kendisini “Seyyah-ı âlem ve nedîm-i beni âdem Evliyâ-yı bî-riyâ” yani Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyâsız Evliyâ diye takdim eden Çelebi, gördüklerini tatlı üslûbu içinde, biraz da abartarak ballandıra ballandıra anlatır. Kendi çağının süslü nesri yerine çoğu zaman sade ve samimi bir dili tercih eder. Yerel ağızlar kullanır, taklitler yapar.
Evliyâ Çelebi Seyahatnâme’sinde, bu üslûp üzerinde okuyucusunu bazen at üstünde, bazen gemiyle köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir gezdirir, ülkeler aşırır. Bir macera romanı gibi, okuyucuyu sürükler. XVII. yüzyıl hayatı tümüyle Evliyâ’nın ekranında görünür.
Olaylara çoğu defa alaycı bir tavırla yaklaşan Evliyâ Çelebi, bazen naklettiği olayları renklendirmek amacıyla uydurma haberler ve olaylar da ortaya atmış, okuyucunun ilgisini çekmek için aklın alamayacağı garip olaylara da yer vermiştir.
Evliyâ Çelebiyi bu şekilde kısaca tanıdıktan sonra şimdi de biraz Seyahatnâme’sinden söz edelim. Seyahatnâme’den seçilmiş parçalara bakalım:
Bu ben değersiz, yani "Derviş Mehmed Zılli oğlu Evliyâ", doğduğum şehir olan İstanbul'da, 1040 yılı Muharreminin âşûrâ gecesi (=19 Ağustos 1630) rüyada kendimi Yemiş iskelesi civarında helâl mal ile yapılmış "Ahi Çelebi Camisi" nde gördüm. Derhal caminin kapısı açılıp içi silâhlı askerlerle doldu. Sabah 77 namazının sünnetini kılıp duaya geçtiler. Ben zavallı minber dibinde durup bu aydın ve güzel yüzlü cemaati hayran hayran seyrettim. Hemen yanımda durana bakıp: "Sultanım! Kimsiniz? Yüce adınızı lütfediniz" dedim. O da: "Aşere-i Mübeşşere'den, kemankeşlerin piri Sa'd ibni Ebî Vakkâs'ım" diyince elini öptüm. "Ya sultanım, bu sağ tarafta nura bürünmüş güzel cemaat kimlerdir" dedim. "Onlar bütün peygamberlerin ruhlarıdır. Geri saftakiler evliyaların ruhlarıdır. Bunlar Peygamber'in sahabeleri ve
yakınları, Kerbelâ şehitleridir. Mihrabın sağın-dakiler Ebubekir ve Ömer, solundakiler Osman ve Ali, mihrabın önündeki Üveysü'l-Karânî'dir. Caminin solunda, duvar dibindeki esmer adam senin pirin, müezzin Bilâl-i Habeşî'dir. Bu ayak üzre cemaati saf saf sıraya koyan kısa boylu adam Amr Ayyâr-i Zamîrî'dir. İşte bu bayrak ile gelen kızıl kanlı elbiseli askerler Hamza ile bütün şehitlerin ruhlarıdır" diye camideki cemaati birer birer bana gösterip herhangisine gözüm değdiyse elimi göğsüme basıp göz aşinalığı ile taze can buldum.
Seyahatnâme’nin ilk sayfaları Evliyâ Çelebi’nin seyahatlerine başlamadan önce gördüğü rüya ile başlamaktadır. Burada aslında kendi iç dünyasına seyahat eder. Burada günümüz Türkçesine uyarlanmış şeklinden okuyoruz:
"Ya sultanım, bu cemaatin bu camide toplanmalarının sebebi nedir" dedim. "Azak taraflarında Müslüman ordularından Tatar askeri sıkıntıda olmakla Hazretin (Peygamberin) himayesinde olanlar bu İstanbul'a gelip oradan Tatar Hanı'na yardıma gideriz. Şimdi Peygamber Hazretleri dahi Hasan, Hüseyn ve On iki İmamlar ve benden gayrı Aşere-i Mübeşşere ile gelip sabah namazının sünnetini kılıp kaamet eyle diye işaret buyurur. Sen dahi yüksek sesle tekbir getirip sonra Kürsî ayetini oku. Sonra Peygamber Hazretleri mihrapta otururken elini öpüp şefâat yâ Resulullah diyip yardım rica et" diye Sa'd İbni Ebî Vakkâs bana öğretti.
Cami kapısından parlak bir ışık peyda olduğunu gördüm. Caminin içi nur dolunca bütün sahabelerle peygamberlerin ve evliyaların ruhları ayağa kalktılar. Peygamber Hazretleri yeşil bayrağı dibinde, yüzünde nikabı, elinde asası, belinde kılıcı ile sağında Hasan, solunda Hüseyn ortaya çıkınca sağ ayağı ile camiye Bismillah ile girip mübarek yüzünden örtüsünü açıp "esselâmü aleyke yâ ümmeti"buyurdular. Mecliste hazır olanlar da "ve aleykümü'selâm ya Resûlallah ve yâ seyyidi'l-ümem"diye selâm aldılar.
Hazret hemen mihraba geçip iki rek'at sabah namazı sünnetini eda edip bitirince bana bir korku ve vücuduma bir titreme geldi. Ama Hazretin bütün eşkâline baktım. Hilye-i Hakanı de yazıldığı gibi idi. Selâmdan sonra bana bakıp mübarek sağ elleriyle dizine vurup "kaamet eyle" dediler. Hemen ben dahi Sa'd ibni Ebî Vakkâs'ın öğrettiği üzere derhal segah makamında ikamet edip tekbir getirdim. Hazret dahi segah makamında hazin bir sesle Fatihayı okudu. Rüyanın sonunda Sa'd İbni Ebî Vakkâs'm öğrettiği gibi hizmetimi tamamladım. Hazret mihraptan ayağa kalkarken Sa'd İbni Ebî Vakkâs elimden tutup Hazretin huzuruna götürdü: "Sadık âşıklarından ve iştiyaklı ümmetinden Evliya kulun şefaatini rica eder" diyip bana da "mübarek elini öp" diyince ağlayarak mübarek elini küstahça öpüp heybetinden şaşırarak "şefaat yâ Resûlullah" diyecek yerde "seyahat yâ Resûlullah" demişim. Hazret hemen gülümseyip: "Allah sıhhat ve selâmetle şefaatimi, seyahati ve ziyareti kolay kılsın" dediler.
Oradakilerden hepsinin elini öpüp hepsinin hayır duasını alarak gidiyordum. Peygamber Hazretleri mihraptan "esselâmü aleyküm yâ ihvan" diyip camiden dışarı çıkınca bütün sahabeler bana hayır dua ettiler ve camiden çıkıp gittiler. Sa'd Hazretleri hemen belinden sadağını çıkarıp belime kuşatarak tekbir getirdi: "Yürü! Ok ve yayla gaza eyle. Allah seni koruyup esirgesin. Sana müjde olsun: Bu mecliste ne kadar ruhlarla görüşüp ellerini öptünse hepsini ziyaret etmek nasip olacak. Dünya seyyahı ve insanların meşhuru olacaksın. Amma gezip tozduğun memleketleri, kaleleri, şehirleri, acayip ve garip eserleri, her diyarda yapılan güzel şeyleri, yiyecek ve içeceklerini, şehirlerinin boylam ve enlemlerini yazıp fevkalâde bir eser meydana getir ve benim silâhımla iş görüp dünya ve ahiret oğlum ol. Doğru yolu elden bırakma. Kinden, garezden uzak kal. Tuz, ekmek hakkını gözle, iyi dost ol. Kötülerle arkadaş olma. İyilerden iyilik öğren" diye öğüt verip alnımdan öperek Ahi Çelebi Camisi'nden çıkıp gitti.
Ben şaşkına dönüp uykudan uyandım. Acaba bu bir rüya mıdır, gerçek midir, yoksa doğru rüya mıdır diye düşünüp ferahlık ve gönül açıklığı duydum. Sonra temiz abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra İstanbul'dan Kasımpaşa'ya geçip yorumcu İbrahim Efendi'ye rüyamı tâbir ettirdim. "Cihanı gezen bir seyyah olup işin hayırla sona varır ve Hazretin şefaati ile Cennete girersin" diye müjdeledi. Oradan Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede'ye varıp elini öperek rüyamı ona da tâbir ettirdim: "On İki îmam'ın elini öpmüşsün. Dünyada himmet sahibi olursun. Aşere-i Mübeşşere'nin ellerini öpmüşsün; Cennete girersin. Dört Halifenin ellerini öpmüşsün; dünyada bütün padişahların sohbetleriyle şeref bulup has nedimleri olursun. Mademki Hazreti Peygamber'in yüzünü görüp mübarek elini öperek hayır duasını almışsın, iki dünyada saadete erersin. Sa'd İbni Ebî Vakkâs'ın öğüdü ile önce bizim İstanbulcağızı yazmaya himmet edip bütün gayretini sarfeyle" diye yedi cilt muteber tarih ihsan buyurup: "Yürü! İşin rast gelir" diye hayır dua etti.[1]
Evliyâ Çelebi’nin macerası işte bundan sonra başlar. Seyahatnâme’de bundan başka gittiği yerlerle ilgili bilgiler de eğlenceli bir üslupla verilir. Evliyâ Çelebi’nin abartmaları da meşhurdur. En bilinen abartması da Erzurum’da kışın şiddetini hissettirmek için anlattığı kedi hikâyesidir.
Halkın ağzında Erzurum’la ilgili şöyle bir fıkra vardır: Bir dervişe “Nereden geliyorsun?” demişler. O da “Kar rahmetinden geliyorum.” demiş. Bunun üzerine “O ne diyardır?” demişler. Derviş “Soğuktan insana zulüm olan Erzurum’dur.” demiş. “Orada yaz olduğuna rast geldin mi?” demişler. Derviş “Vallahi 11 ay, 29 gün sakin oldum. Halk hep yaz gelecek dedi. Ben göremedim.” demiş.
Bir diğer fıkra da şudur: Kedinin biri kara kışta bir damdan diğer dama sıçrarken havada donup kalmış. Sekiz ay sonra don çözülünce miyavlayarak yere düşmüş. Gerçekten de bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donar. Elini demirden koparmak ihtimali olmaz. Ancak bir miktar derisi yüzülerek demirden kurtulabilir.
Eserinde bildiği ve tanıdığı bilginleri de tatlı tatlı anlatır.
Hezarfen Ahmed Çelebi
Önce Ok Meydanı’nın minberi üzerinde, rüzgârın sert olduğu sırada kartal kanatlarıyla sekiz dokuz 79 kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Murad Han, Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde
boğazı temaşa ederken Galata Kulesi’nin ta tepesinden lodos rüzgârıyla uçarak Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na inmiştir.
Lâgarî Hasan Çelebi ve Bir Nükte
Murad Han’ın “Kaya Sultan” adlı temiz talihli kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu Lâgarî Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek yaptı. Sarayburnu’nda
hünkârın huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fitili ateşlediler. Lâgarî: “Padişahım seni Tanrı’ya ısmarladım. İsa Peygamber’le konuşmaya gidiyorum” diyerek. Tanrı’nın ve Peygamberin adını anıp
göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. En yukarı çıkıp da büyük fişeğin barutu kalmayıp yere doğru inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa Köşkü
önüne denize indi. Oradan yüzerek çıplak bir halde padişahın huzuruna geldi. Yeri öperek “Padişahım! Îsâ Peygamber sana selâm söyledi.” diye şakaya başladı.[4]
Dikkat edin burada şaka yapılan kişi sertliği ile meşhur IV. Murad’dır.
Gezdiği yerlerin tanınmış kişileriyle ilgili hikâyeler arasında söz Akşehir’e gelince Nasreddin Hoca ve Timur ile ilgili anlatılan fıkraları da nakleder. Bu fıkralardan başka Nasreddin Hoca ile ilgili onun türbesinde kendi başından geçen bir anekdota da yer verir.
“Bir gece yarısı göç boruları çalınıp bütün ağırlıklar gitti. Hakîr de hademelerimi gönderip bir gulamım ile kentten dışarı çıktım. Her kim ki Hoca Nasreddin’i ziyaret ederse aklına şakalarından
bazı şeyler gelip elbette güler, derler. ‘Acaba gerçek mi?’ diye caddenin sol tarafından mezarlığa sapıp atla doğru mezarına vardım. Bir kez ‘Merhaba ey mezardakiler!’ deyince, Hoca Nasreddin’in
türbesi içinden: ‘Merhaba ey himmet sahibi can!’ diye bir ses geldi. Atım ürküp iki ayağı üzerine kalktı. Bu telaşla bir ayağı bir mezara girdi. Hakîr kabir azabı çekeyazdım. Yine Hoca’nın
türbesinden biri: ‘Ağa, sadakanızı veriniz de güle güle gidiniz! Beri geliniz beri!’ diye haykırdı. Meğer türbedâr imiş. Hakîr: ‘Bre herif, ben mezarlarında yatanlara selam verdim, sen neden selam
aldın’ diyerek birkaç akçe verdim. ‘Var yardımcın Tanrı ola’ diye ardımdan dua etti. Doğrusu bu duruma hakîr de güle güle geçtim gittim.”
Evliyâ Çelebi, Akşehir’e kadar gelir de Isparta’ya gelmez mi? Isparta, onun hacca giderken uğradığı beldelerdendir. Bu yüzden Seyahatnâme’nin hacca gidişini anlattığı 9. cildinde yer almaktadır.
Bakalım Seyahatnâme’de Isparta için ne diyor. Sadeleştirip alıyoruz: Bu arada eserin orijinalinde gezdiği yerlerle ilgili -ihtimâl daha sonra kesin şekilde tamamlayacağını düşünerek- bazı bölümler nokta noktalarla gösterilmiştir. Isparta’yı anlatırken de çeşitli tarihler ve sayılar bu şekilde noktalarla boş bırakılmıştır.
Evsâf-ı şehr-i şîrîn-i Isparta
(...) tarihinde (Selçuklu Sultanı) Alaaddin (Keykubad) zamanında Ermenilerden alınmıştır. Daha sonra da (…) tarihinde Osmanoğulları tarafından fethedilmiştir. Anadolu’da Hamid sancağının idare 80
merkezidir. Paşaya verilen arazinin yıllık geliri 400.000 akçedir. Savaş olduğunda Paşa, bu gelirine karşılık olarak orduya 400 asker verir. Alaybeyi (alaykomutanı) ve çeribaşısı (askerlikte bir
rütbe)vardır.
Dokuz zeamet ve 585 timarı vardır. Timar ve zeamet sahipleri toplam gelirlerinin beş binde biri kadarını harcayarak (savaşlar için) asker hazırlarlar. Hâs, zeamet ve timar sahiplerinin toplam asker
sayısı 8000 bulur. (Buna göre de Paşa, has olarak 400’ünü vermekte)
Şeyhülislâmlık (müftülük), nakibüleşraflık (peygamber soyundan gelenlerin işlerini gören kimse) kurumları, sipahi birlikleri komuta merkezi, yeniçeri birlikleri komuta merkezi vardır. Ayan, eşraf ve
bilginleri çoktur.
150 akçe şerif kazadır. Çevresinde (…) adet köyden oluşur. Kadının yıllık geliri 6000 kuruş, paşanın 30.000 kuruştur. Cevizden (cevz-i ma‘dûddan) elde edilen gelir yıllık yedi bin kuruştur. Vergi (bâc u
bâzâr) ve cezalaradan (kâr-i dilâzar) da yedi bin kuruş gelir elde eder.
Ve bu sancak eyâleti gâyet geniş bir alanı kaplar. Cümle (…) kazâ yeridir. Ve Isparta şehri, on yedinci askeri bölgedir (iklim-i örfiyye). Ve Anadolu (Rum) şehirlerindendir ve Hamitoğullarının yerleşim
yeridir. Ve güzel bir şehirdir (medîne-i müzeyyene). Bilginleri ve sûfîleri geçmişte de, bugün de çoktur.
Ve toplam (…) aded mihrâb (camii) vardır. Başlarında Firdevs Beğ câmi‘i gelir ki Koca Mi‘mâr Sinân binâ etmiştir.
eş-Şeyh Velî Hazretlerini Ziyaret: Hamîd sancağında Ağrasa (bugünkü Atabey) kasabasındandır. Doğduğu yerde bir zâviye yaptırmıştır ve orada gömülüdür. Şeyh Velî hazretleri, Firdevs Beğ
câmi‘inde vâizlik eden Allah’ı bilir bir kimse imiş, pek çok kerameti görülmüş. (…)
Ve bu Isparta şehrin alâ kadri’l-imkân iki günde seyr [ü] temâşâ edüp kıble cânibine (güneye doğru) yola çıktık. Güzel ve bakımlı köyleri geçerek sekiz saatte ……
Çelebi Isparta’dan ana hatları ile bu şekilde bahsetmekte, bunlardan başka çevredeki bugünkü ilçe ve köyleri de (Sav eserde Karye-i Sarı Ali Beğ diye yer alır) görmüş ve ondan sekiz saat sonra gördüğü Bizans kalıntılarını anlatarak Isparta bahsine son verir.