“Dut ağacı boyunca dut yemedim doyunca
Yari düşümde gördüm sarılmadım doyunca”
Bu gün (İstanbul'da) sürekli yanından geçtiğim boş bir arsadaki dut ağacına gözüm ilişti. Dibinde bir teyze tek tek dalları yokluyor,olgunlaşan dutları topluyordu. O gittikten sonra ben de sokuldum dibine. Önce çevresini bir güzel dolandım.
Sanki çocukluk arkadaşımı görmüş gibi oldum. O da önce biraz utanır gibi oldu, meyvelerini sakladı benden. Sonra iyice yanaşıp, tek tek dallarını okşayıp sevdikçe açıldı. Aramızda bir muhavere başladı. Ben ona çocukluğumu anlattım. O da bana “şunu da al, bunu da ye, bak şu daha tatlı, bu taraftakiler daha büyük” diyerek, beni etrafında dolandırdı. Aramızda bir sevgi bağı oluştu. En güzel yerlerinden ikramda bulundu.
Belki yirmibeş otuz yıldır bu kadar bol miktarda yememiştim. Böyle bir “dut yemedim doyunca.”
Kaldırımlarda, yollarda dökülen dutları gördükçe ve üstüne basılıp,ezildiğini,şerbetiyle yerlerin kaplandığını gördükçe içim cız cız yanar. Hem çocukluğumu düşünürüm hem de nimete karşı hürmetsizliği.
Ağaçlar arasında dut ağacını daha bir ayrı severdim. Beyaz olanı benim favorimdir. Erik ağacından, elma ağacından düştüm, düşme tehlikesi atlattım ama dut ağacından hiç düşmedim. Sanki onlardan daha sağlam ve daha esnek gibi gelirdi bana.
Taşköprü'de hemen her evin bahçesinde ve boş arazilerde bir dut ağacı olurdu eskiden. Hiç kimseden ilgi ve alaka görmeden kendi kendine boy atıp gelişen bu ağaçlar, sanki gizli bir şeker deposundan ellerini eteklerini doldurup bize sunar, sürpriz yaparlardı. Dallarını başımıza kadar eğerlerdi, adeta bize zahmet vermek istemezlerdi. Tepemizden aşağı düğünlerde saçılan şekerler gibi dut yağdırırlardı.
Çok şefkatli, çok cömert, çok bereketli bir ağaçtır benim nazarımda dut ağacı. Bizim çevremizdeki ağaçların dutları parmak kadar iri şeker gibi tatlı olurdu. Üstelik ne su isterlerdi, ne gübre ne de ilaç.
Arsalarda koşturup yorulunca,onun dallarına tüner, kuşların muhabbetine eşlik eder, onlarla birlikte şarkılar, türküler söylerdik. Yaz boyunca onların çevresinde oynar, eğlenirdik.
Mahallemizin hemen üst kısmındaki bir tarlanın kenarında (Kel Mehmet Emminin tarlası ile Afşarlı Kamil’in bahçesinin sınırında) büyük bir dut ağacı (mız) vardı. Bir de mahallemizin muhtarı rahmetlik Tuğrul Emminin evini yanındaki boş arsada.
Arkadaşlarımızla bunlardan birinin dalları arasına tahta yerleştirmiştik. Hava ısınıp güneş ortalığı yakmaya başladığı öğle vakitlerinde hep birlikte onun üstüne çıkar, başımızı yaprakları arasına sokup orada serinlerdik. Üst dallarda sığırcıklar alt kısımda biz.
Genellikle ikindi vakitlerine denk gelecek şekilde mahallemizin anneleri ve ablaları ellerine aldıkları temiz bir örtü ile dut ağaçlarının yanına çıkıp gelirledi. Demek ki o saate kadar ev işlerini yapar, akşamdan önce biraz soluklanıp ağızlarını tatlandırmak isterlerdi. Bu ihtiyaçlarını gidermenin en pratik ve doğal yolu, dalından dökülen dutlardan başkası olamazdı.
Onlar gelince bizim için eğlence başlardı. Çünkü en zevk aldığımız iş dut silkeme işiydi, buna oyun demek daha doğru olur. Hemen birimiz yukarıya çıkar, ayağı ile bastığı dalları silkeler, zıplar,tepinir; diğerlerimiz kadın ve kızlarla birlikte dut ağacının altına örtü gererdik. Bağırış çığırış ha bire aşağıdan yukarıya komut verirdik. Muziplik olsun diye birilerimiz silkelenen dalların altına doğru örtüyü asılırken,diğerlerimiz başka tarafa doğru asılırdık örtüyü.Gökten yağan dutların bir kısmı örtüye düşer, büyük bir kısmı da yere düşer toza toprağa bulanırdı.
Bunu bile eğlenceye çevirirdik. Gülüşmeler,eğleşmeler. Arkasından yere dökülenleri de bir bir toplar, üzerindeki toprağı üfler, olduğu kadar temizleyerek hep birlikte yerdik. Netice itibariyle vücudumuzunda bu toprağa ihtiyacının olduğunu bilirdik nitekim.Zaten yere düşen bir meyvenin en kolay ve sağlıklı temizleme şekli ya üflemektir,ya elle silmektir ya da elbiseye sürtmektir. O yüzden X kuşağı olarak bizler daha sağlıklı ve dayanıklı olarak büyümüşüzdür. Hele de dut; yıkanmadan yenen bir meyvedir o.
Neyse efendim, annelerimiz bize biraz kızıp biraz bağırarak topladıkları dutların bir kısmını dut ağacının serinliğinde yedikten sonra, geri kalanını buz dolabında soğuturlardı.Dolapta iyice soğuyunca akşam yemeğinin arkasından ev halkına soğukluk olarak ikram edilirdi.
Bahçelerde erik faslı ile dut faslı biri birine karışırken biz bir gün erikle ceplerimizi doldurur, diğer gün dut ağacına tırmanırdık.Ağaca çıkmak,dallarında gezinmek,oturmak ve dahi sallanmak hem bizim için hen de annelerimiz için sıradan şeylerdi.
Ağaçlar içinde en çok dut ağacını severdim,halen de severim. Bana göre o, sesiz sakin ve çok çalışkan, aynı zamanda fedakar ve cömert Anadolu insanı gibidir. Gövdesindeki şerha şerha çatlak ve yarıkları Anadolu’daki anaların,babaların ellerini hatırlatır. Diğer meyve ağaçlarından daha sağlam, daha dayanıklıdır.
Nasıldı o türkü; “Erik dalı gevrektir amanın basmaya gelmez.
Elin kızı naziktir amanın küsmeye gelmez”
Taşköprü’de dut zamanı temmuzun sonlarına kadar devam ederdi. Pazarlardaki hem tezgahlarda, dut yapraklarının üstünde dökülerek sunulur, hem de köylü kadınlar küçük kovalarla satarlardı. Beyazını da , karasını da bulmak mümkündü. Şimdi eskisi kadar var mı bilmiyorum. Bulursanız benim yerime yiyin.