Aşk dizileri ile aşkı ucuzlattık, ihaneti öğrendik.
Televizyon insanoğlunun mutsuzluğunun baş sebebi iken evlerin başköşesini kaplıyor. Başköşesini değil başköşelerini kaplıyor. Neredeyse her evde birden fazla televizyon var. Bey, hanım, çocuklar ayrı ayrı odalarda, ayrı kanallarda, ayrı programlarda takılıyorlar.
Sanki dünyaya vakit doldurmak için geldik de televizyon o ihtiyacı karşılıyor. Sevdiklerimizle geçirmediğimiz vakitleri, onları kaybedince anlayacağız; ama biraz geç olacak.
Düşman ile aşk yüzünden, sevgiler soluyor, sevenler mutsuz oluyor.
Sevdiklerimizle aynı evde yalnızlaştık, hayatımıza başka dünyalar girdi.
İnsana ait ahlaki değerlerin çoğunu televizyon başında kaybettik.
Dünyadan haberi olan adamlar, yanı başındaki karısından habersiz kaldı.
“Daha fazlasını iste.” reklam sloganları ile kanaat duygumuzu kaybettik, aç gözlü olduk.
Hırsızlığı arsızlığı oradan öğrendik.
Ağlak muğlak dizilerle, merhamet ve itimat duygumuzu yitirdik. En yakınlarımızdan şüphelenir olduk.
Aşk dizileri ile aşkı ucuzlattık, ihaneti öğrendik.
En kötüsü, biz kadınlar, kadınlığımızı onunla kaybettik. Dizi ve filmlerdeki kadınlardan; dik dik bakmayı, güçlü görünmeyi, erkeklerle mücadele etmeyi, erkeği adam yerine koymamayı, gururu, kibri, çokbilmişliği ve ukalalığı öğrendik.
Kadının kadınlığını, yumuşaklığını, komedi dizilerinde dalga geçilirken gördük. Kadının eşine “Peki canım!” demesini ezilmişlik, fedakârlığını aptallık, ev işleri yapmasını fakirlik, erkeğe hizmet etmesini geri kalmışlık olarak öğrendik.
Bütün bunları hikâye içinde, bize sevdirilen oyunculardan, hiç farkında olmadan, rol çalarak elde ettik. Göz gördü, şuuraltı sevdi...
Fakat bir problem var: Onlar filmde, biz gerçek hayattayız. Oradaki kadın bütün dikbaşlılığına rağmen kıymetten düşmüyor. Sevilmeye devam ediyor.
Erkek, kendine bağıran, laf sayan, güya gurur timsali gibi gösterilen kadına bir gün sonra elinde çiçekle gelip barışmak için uğraşıyor. Kadını neredeyse taç yapıp başına takacak...
Gerçek hayatta ise bunların tam tersi oluyor. Film de zaten orda kopuyor.
Medyanın zararı bu kadarla da kalmıyor. Reklamlar kadını aşağılık hissettirmeye ayarlı hazırlanıyor. Firmalar daha fazla satış yapmak için kadın bedenini kullanılırken ekran başındaki kadınların da bedenlerine saldırılıyor. "Yeterince iyi değilsiniz, ancak bu ürünü kullanırsanız, bu kadın gibi olursanız kendinizi düzeltebilirsiniz, güzelleştirebilirsiniz. O zaman erkekler sizi beğenir."
Bu arada televizyondaki incecik, her daim bakımlı kadınlar, erkeklerin de kafasındaki kadın ölçülerini değiştiriyor. Onlar da eşlerinde kusur bulmaya başlıyorlar, evde manken gibi eşler görmek istiyorlar. Bu da pek mümkün olmadığı için hem kadın eşine karşı kırgınlık duyuyor hem erkeğin gözü dışarıda kalıyor.
Televizyon, çocuklarımız için de ayrı bir tehlike. Onlara vermeye çalıştığımız manevi değerlerimiz televizyonla yerle bir ediliyor. Çocuklarımızın tertemiz zihinlerine çizgi filmlerle, gözümüzle göremediğimiz; fakat şuuraltına ulaşan (subliminal) 25. kare tekniği ile pek çok tehlikeli fikirler aşılanıyor.
Tabii kötü olan televizyon değil, programlar. Bütün kanalları ve programları aynı kefeye koymayalım. Maneviyata saygısı olan, faydalı bilgiler sunan kanallar da var. Fakat maalesef ki bilhassa çocuklara ve gençlere diğer zararlı yayınlar yapan; fakat nefse hitap eden, albenili, eğlenceli programlar daha hoş geliyor. Aşk ve ihanet dizileri de kadınları cezbediyor. Erkeklerde de futbol merakı, mafya ve polisiye dizi merakı varsa en tehlikeli kanallar açılıyor.
Velhasıl, dikkat edelim de kendimizi ve ailemizi ekran başında kaybetmeyelim.
Not: "Sevmek Bu Kadar Güzelken" kitabımdan