Etkinlik
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır!” (Bakara suresi, 177. ayet.)
“Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af talep eder ve tövbede bulunursa kalbi cilalanarak leke silinir. Bilakis aynı günahı işlemeye devam ederse kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir kalbi tamamen kaplar.” (Tirmizi, Sünen, Tefsir, 75.)
Yukarıdaki ayet ve hadisi, iman amel ilişkisi açısından arkadaşlarınızla yorumlayınız.
Söz konusu âyetin devamında gerçekten dürüst (sâdık) insanların ve takvâ sahibi sayılması gerekenlerin, zikredilen hasletleri kazanmış kimseler olduğu ifade edilmiştir. Burada birr kelimesiyle sıdk (doğruluk-dürüstlük) ve takvâ kelimeleri arasında, neredeyse eşanlamlı kabul edilebilecek kadar yakın bir ilişki kurulması Kur’an terminolojisi bakımından oldukça önemlidir.
Bazı âyetlerde görüleceği üzere iman, amellerin kabul edilebilirliğinin şartıdır. Mesela “Kim mümin olarak iyi amel işlerse, o kişi zulme uğramaktan ve hakkının yenmesinden korkmaz.”(Tâhâ, 20/112) âyetinden iyi amelin bir karşılık görmesi için mümin olmanın şart olduğunu anlıyoruz. Burada şart olan iman, meşrût olan amelden ayrıdır. “Eğer müminlerden iki taife birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin”(Hucurât, 49/9) ayetinde işaret edilen gruplar birbirleriyle savaşma gibi büyük bir günah işlemelerine rağmen mümin olarak nitelenmişlerdir. Eğer amel imanla eşit olsaydı ve günah işleyenden iman gidiyor olsaydı, bu tür bir hitap mümkün olmazdı.