Çocukluğumda en zevkli eğlence Taşköprü’deki arasta esnaflarını seyretmek idi.
O zamanlar sanayi çarşısı olmadığı için zanaatkarların ve tüccarların dükkanları arastada yan yana ya da sırt sırta idi.
Sokaklardan geçerken çalışan esnafların dükkanlarında farklı farklı alet ve makina seslerine aralardaki lokantalardan taşan yemek kokuları sinerdi.
Zanaatkarların dükkanlarında pek cam-çerçeve olmazdı, olsa da kapanmazdı. Dışarıdan dükkanın içi görünür, nasıl çalıştıkları rahatlıkla seyredilebilirdi.
Demirci dükkanında alevli ocaktan çıkan kan kırmızı demirler, örs ve çekicin arasına yatırılır ve şekilden şekile sokulurdu.. Çekicin ‘tın-tın’larına balyozun ‘tan tan’ ları karışırdı.
Sanırım çekici usta, balyozu da kalfa sallardı. Usta bir elinde maşa ile tuttuğu demiri sürekli örsün üzerinde evirip çevirirdi.
Çekici, bi o kan kırmızı kızgın demire bi de örse indirirdi.Böylece ahenkli bir tempo tuttururdu.
Örs çok sert bir demir ya da çelik olduğu için ondan daha tiz bir çınlama yayılırdı.
Üzerine çarpan çekiç sanki kendiliğinden zıplıyormuş gibi sönümlenirdi.Maşayla tutulan kızgın demir sık sık kapkara su kabına sokulur, suya değer değmez ‘cozurdu’lu bir duman yükselirdi.
Bu sokağın adı halen daha ‘Demirciler Sokağı’dır. Ama şimdi demircilerden kimse kalmamıştır. Ne örsün 'çınlaması'nı, ne de çekiçlerin 'tınlaması'nı duyamazsınız artık.
Az ilerideki dükkanda nal üretimi yapılırdı. İçinde ‘kütür kütür’ çalışan büyük bir pres makinası vardı. Yanına yaklaşınca sanki yer sarsılıyormuş gibi olurdu.
Geniş plaka halindeki saçlar inip kalkan makasın altına el çabukluğu ile sürülerek 'patır patır' nal basılırdı.
Malzemeyi israf eymemeye özen gösteren ustalar, iyice küçülen son parçyı da makinaya sürürken parmakları presin altında kalacak diye ben geriden geriye korkardım.
Nalbant, makinayla işini tamamlayınca bu kez dükkanın önüne bir minder atar üstüne oturur; presten aldığı nalları dizlerinin arasındaki küçük örsün üzerinde elden geçirir, yani çekiçleyerek çapaklarını alırdı.
Ee nalbant olur da at, eşek nallanmaz mı? Arada bir dükkanın önüne çekilen ve bir kaç kişi ile ancak zapt edilebilen atların ayaklarına nal çakılırdı.
Bir de kalaycı vardı arastada. O zamanlar hemen her evde bakırdan yapılmış koca koca kazanlar, boy boy tencereler, çeşit çeşit ibrikler olurdu. Bunlar belirli aralıklarla kalaycıya getirilir, ateş ile yağdan, isten, pastan temizlendikten sonra ağzı yüzü elden geçerek şekli şemali düzeltilirdi. Kalaylanlandıktan sonra dış tarafı bakîri bir kızıllık ile parıldar, iç tarafı ayna gibi ışıldardı.
Kalaycı Hakkı’yı herkes bilir. Yaşlı birinin (Kalaycı Haydar'ın ) dükkanında çalışırdı.Onu da seyrederdim. O da fena sesler çıkarmazdı. Kalaylama işinden önce eline aldığı kap-kacağın düzeltilmesi gereken yerlerini muhtelif büyülüklerdeki çekiç ve tahta tokmaklarla hafif hafif dokunurak düzeltirdi.Arada bir tempo yakalardı. Her bir kaptan, kabın çapına ve büyüklüğüne göre farklı ‘takırtılar, tukurtular' çıkardı.
Bana göre en ilginç iş, büyük kazanların kalaylanması idi. Hakkı usta ıslak kumun üzerine yerleştirdiği kazanların içine çıplak ayakları ile girerek aerobik yapanlar gibi bir sağa bir sola döne döne kazanın dışındaki tabakalaşmıı odun külünü ve kömür karasını temizlerdi.
Hele o kazanları ateşe sokmak-çıkarmak, kalaylamak bayağı bir çaba gerektirirdi.Adata onlarla güreşirdi Hakkı usta. Ateşi harlayan körüğün içinde yandan kollu bir fan vardı.Hakkı usta fanı çevirdikçe ocaktan çıkan duman ve ‘civek’ler dükkanı doldurur, ateşin harlama sesi ile fanın 'vınlama'sı birbirine karışırdı.
Sobacılar ve tenekeciler. Belki de en çok gürültüyü bunlar yapardı. Onlar hem yeni soba üretimi, hem de eskilerin tamiratını yapardı. Sobanın yanısıra muhtelif büyüklükte mangallar, mantozlar da üretilirdi. Eskiyen, eğilip bükülen, ya da eriyip delinen sobalar, borular sobacının kapısına dayanırdı. Eriyen, delinen yerlere yama vurulur,eğrilen yerler düzeltilirdi. Tenekeden biraz kalınca olan odun sobaları ve boruları çekiç darbelerini yedikçe arastayı inletirdi.
Zamanla odun sobalarının yerini talaş sobası, kömür sobası aldı.Kasabada soba üretimi azaldı.Fabrikasyona döndü iş.Sobacılar da tüccar oldu. Artık kara saçtan yapılmış odun sobaları sahneyi emaye kaplı,ışıl ışıl ‘uyuyan güzel’ lere bıraktı. Arastada sobacıların sesi de kesildi.
Artık doğal gaz da gelince soba tüccarlarının işi gittikçe azalacaktır.
Tenekeciler vardı, tavanların saçaklarındaki yağmur borularını üreten..
Plastik borular çıkınca onların da işi azaldı.Galvanizli saçtan bükülerek lehim ile kaynak yapılan borular da nerdeyse artık kalmadı.
Çok yaygın olmasa da bazı dükkanlardan daktilo sesi duyardım. Arzuhalcilerden ve avukatlardan çıkardı bu sesler.
Çay ocağında çıraklık yaptığım zamanlar önümüzdeki dükkanda Av.İhsan Bey, arkamızda arzuhalci Hasan Bey vardı. Çay götürdüğümde onları gözümün ucuyla izlerdim.Tuşları görmeden nasıl vururlar, karşısındaki konuşanın durumunu nasıl kitabileştirirler, satır sonlarında kağıdın takılı olduğu yeri hızlı bir şekilde nasıl çekerlerdi! Her satır başında ya da sonunda "çın çın" zil sesleri çıkardı daktilolardan.
Özellikle cuma günleri avukat ve arzuhalcilerin dükkanlarında da çok yoğunluk olurdu, boş çay bardaklarını güçlükle alırdım içerden.
Ayakkabıcıları ve terzileri de unutmamak lazım. O zamanlar daha mı tutumluyduk, yoksa fakir miydik bilemem. Ama tamir görmüş ayakkabı giymek yaygındı.
Şimdiki gibi ayakkabı ucuz değildi hazer. Ya da bol değildi.
Ayakkabı tamirciliği bir meslek idi. Sürekli tezgahları dolu olurdu. Yeni kösele ayakkabıların tabanına bile ‘pençe’ diye tabir edilen siyah, sert bir kauçuk yapıştırılırdı. Böylece ayakkabının ömrü uzamış olurdu.
Yırtılan deriler dikilir, hatta yama bile vurulurdu. Topuğu düşen ayakkabılara topuk takılırdı.
Önlerinde kütük üzerine çakılmış, uzun, ince örse benzeyen bir demir olurdu.Demirin üzerine ayakkabı geçirilerek, söküm-takım ve bakım işleri yapılırdı. Bazen demir, bazen de tahta tokmakla sağı solu elden geçirilirdi. O dükkanların kapılarından da 'takırtılar, tukurtular' eksik olmazdı. Arada bir dikiş makinasının 'zırıltıları' duyulurdu. O sesleri duyduğunuzda bir ayakkabı tamircisininin önünden geçtiğinizi fark ederdiniz.
Ayakkabıcılar gibi terzilerin ve yorgancıların de sesi yok olmak üzeredir.
Terzi dükkanlarının önünden geçerken mutlaka kulağımıza bir dikiş makinasının 'zırıltısı' gelirdi.
Benim çalıştığım çay ocağının yanında Terzi Hüsnü amca vardı. Çok ilginçtir, o zaman kömür ile ısınan ağır bir ütüsü bile vardı.Ütü yapacağı gün sabahtan ütünün kömürünü yakar, semaver gibi içinde kor birikince kullanmaya başlardı.
Terzi dükkanlarından duyulan dikiş makinasının zırıltısına göre küçük parça mı, büyük parça mı diktiğini tahmin etmek zor değildi.
Şimdi terzilerin sesini işiten var mı? Ya da gören? Hani dükkanının önünde bacak bacak üstüne atmış paça yapan, diktiği ceketin teğellerini söken bir terzi?
Bir de kasaba genelinde duyulan sesler vardı.
Mesela son baharda tüm kasabayı kaplayan motor sesleri.
Eskiden kışa doğru hemen her evin kapısına traktörlerle, kamyonlarla tomruk gibi odunlar yıkılırdı.Bir kaç gün sokak kapılarının önünde bekler, önce motorla kütüklere ayrılır, sonra da baltayla ufalanırdı. Motor çalışırken sokaklara odun ve benzin dumanının kokusuyla karışık motor sesleri yayılırdı.
Çarşı pazar esnaflarına ve de kasaba halkına “lojistik hizmeti” veren at arabalarını da unutmak olmaz. İşleyen, çalışan makina ya da fabrikadan yayılan sesler gibi, kasabadan yayılan çeşit çeşit seslerin içinde tekerleri demir çemberli at arabalarının 'takırtıları' da eşlik ederdi.
Hiç bir şey üretmeyen kahvehaneler ve çay ocaklarının da kendine göre bir sesi olurdu. Tavla masalarındaki zar 'şıkrtıları'na karışan radyodaki bir türkü, ya da teyip kasedinden bir arabesk müzik ile kahvehaneler de arastadaki koroya katılırdı.Belki de en uzun ömürlü sesler buradan yayılacaktır.
İlçedeki iki fabrikanın olduğu zamanlarda mesai bitiminde sokaklara yayılan işçilerin çoşkulu konuşmaları ve fabrika arabalarının geliş gidişleri. Kasabaya canlılık katan seslerdi..
Hele de cuma günleri..O zaman çarşı, pazar, mahalle, sokak nerdeyse tüm kasaba adeta cuş-u huruşa gelir, neş'e ve ahenk içinde çoşardı.
Zaman geçtikçe arastalardaki üretim azalmaya başladı.Dükkanlar da al-sat şeklinde çalışmaya döndüler.
Farklılıklar kayboldu.Hepsi biri birine benzedi.
Dükkanlardan farklı farklı sesler duyulmuyor artık.Hepsinin ortak sesi “sessizlik” oldu.
Sessizlik. Ve arkasından ıssızlık hakim olmaya başladı..